24 Temmuz 2011 Pazar

korunak

bilinçaltı baş belasıdır...
bilinçaltı acıtır...
Kahvaltı için annem sahanda yumurta yapmış. yumurtanın akında, akıyla sarısını birbirine bağlayan o rakı beyazı iğrenç ve sümüksü kordonda, kırmızı küçük benekler bana bakmış sırıtıyorlar. gülmek bu aptal kan pıhtılarına -ben onlara civciv oluşumu diyorum- yakışmıyor kesinlikle yakışmıyor. tiksinmek değil bu sadece öfke, "olmamış olan"a öfke... Bağırarak kalkıyorum yerimden, annemi hırpalamaya başlıyorum "sen de beni bu zavallı civcivcikler gibi yem ettin aleme, meze ettin!" Öfkelendiğim ya da mutsuz olduğum zamanlarda arabeskleşiyorum, orhan baba'dan teselli dileniyorum. ama geçicek, çaba gösteriyorum ve azimliyim. bilirsiniz işte istemek başarmanın yarısıdır. "al beni... ve bir daha sakın doğurma!" Annemi yere yatırıp, bacaklarını açmaya çalışıyorum. yaşına başına bakmadan direniyor, üstelik bana biricik oğluna. ne analar var ya rabbim! nerde o eski fedakar cefakar analar? benimkine bakın hele, düpedüz isyankar. suratında patlayan yumruğumla birlikte anneme düşler aleminin en güzel kapısını açıyorum. onu çok seviyorum. mutlu olsun istiyorum, biliyorum ki onu mutsuz ediyorum... bazen bana "seni doğuracağıma taş doğursaydım keşke" dediği oluyor. bana karşı kurduğu en güzel cümle bu, annemin. çünkü evet eğer bir taş olsaydım -küçük kıvılcımlar saçan bir taş olmayı tercih ederdim, çakmak taşı mesela ya da burney moloztaş- hiç birşey hissetmezdim. tüm acılarımın kaynağı bu, hissetmek... gelişen teknolojiden umutluyum. bir gün duygular için derin dondurucı yapıcaklar. "duygularınız için derin dondurucu... dırınınım. hissetmezsiniz ve güvendesiniz. dırınınım... üstelik kredi kartına 6 taksit"... hayal kırıklığı... annemin geniş kalçalarına rağmen ilk evime dönmekte hayli zorlanıyorum... bu kırılan kemik sesleri hangimize ait bilmiyorum, ruhum öyle acıyor ki, bileklerimi kesseniz anlamam... göz kapaklarım ağırlaşıyor, kirpiklerim birbirine yapışıyor. ılık ve kaygan bir sıvı ağzıma burnuma doluyor. tatlımsı, sevimli bir kokusu var. tadındaki tuzu algılayabiliyorum... kanın duyularımı bu denli harekete geçirebileceğini tahmin bile edemezdim... her yer kırmızı, her yer gelincik... annem eli kanlı sapık bir katil tarafından önce öldürülmüş sonra da tecavüze uğramış bir kurban gibi yatıyor mutfağın orta yerinde. hımmm iyi bir polisiye çıkabilir bundan yahut korku filmi... sever misiniz korku filmlerini? ben çok eğlenirim. şiddetin dozu arttıkça gülünçleşen filmler, enteresan bir yapıları var. grotesk demek daha mı uygun?.. en çok da -hani çoğunlukla öyle olur- detektifin cinayetin nasıl işlendiğini en ince detayına kadar abartılı bir şekilde anlattığı ve anlam ürettiği sahnelerden hoşlanırım;
-önce kulağını kesip maktule yedirmiş. ardından göğüs uçlarını bir cerrah inceliğinde düzgünce kesmiş ve onlarla misket oynamış... anlaşılan çocukluğuna dönmeye çalışmış...
-hımmm... ne varsa o çocuklukta saklı, misketle ilgili bir travması var!
-kulak için ne diyorsun peki?
-van gogh!
-lanet olsun dostum bu kadar klişe olmamalı, belki de kurbanı sırrını duyamasın diye yaptı bunu, belki de sesini duyuramadıklarına karşı bir öfke içindeydi, "beni duymuyorsunuz o zaman bu kulaklar için boşuna vergi ödemeyin" ne dersin?

vs... vs...
öfkeyle bağırmaya başladım oturduğum yerden. "bu eve bir daha yumurta girmeyecek" annem soruyor "misket mi oynamak istiyorsun?" ben birşey mi dedim. yumurtayı görünce şeytan görmüşe dönmüşüm, öylece kalakalmışım... yumurtayı çöpe döküp benim için tost hazırlamaya başlıyor annem. hayatta öğrendiği en önemli şey, benimle tartışılmaması gerektiği. ya da beni gerçekten tartışmaya değer bulmuyor... Kim bilir... Annem benimle ne halt edeceğini düşünürken ben, o kadını düşünüyorum. bir haftalık bebeğini boğarak öldüren kadın. gazetedeki fotoğrafında gülümsüyordu. yüzü huzurluydu. haber başlığı malumunuz "cani anne"
cani anne...
kucağında bebeğiyle, telaşla çıktı hastaneden. tedirgindi. deli gibi korkuyordu... Etrafına bakındı, bebeğini sıkıca bastırdı göğsüne. öyle ki bebek, boğulabilirdi... Tiz bir çığlık attı da kurtuldu, geldiği o boşluğa dönüp orada öylece asılı kalmaktan. kadın, plakasını aldığı ilk taksiye bindi. gözü taksicideydi. şoförün sigara içmesine izin vermedi. Takip edildiklerinin farkındaydı. peşlerindeki siyah araba sağa çekti ve takibi yeşil renkli bir başka araba devraldı. kadın soğuk kanlı olmak ve durumu şoföre hissettirmemek zorundaydı. adam paniğe kapılabilirdi. allah muhafaza bir tırın altında kalabilirlerdi ya da bomba yüklü bir kamyonla çarpışabilirlerdi... pek çok ara sokağa girip çıktılar. genelde tek yönlü caddelerden ve kavşaklardan geçtiler. varılacak en uzun mesafe ve zamanda vardılar eve... kadın takibi atlatmış olmanın verdiği huzurla girdi evine. kapıyı kilitledi. odaları tek tek dolaştı. "temiz" Perdeleri çekti. tüm bunları yaparken bebeği kucağındaydı. ağırlaşan yorulan kollarının imdadına "ana kucağı" yetişti. kanguru kesesini andıran basit bir mekanizmaydı bu ve sayesinde bebeğini bir an bile ayırmayacaktı yanından. evini temizlemeye başladı, zaten hastaneye yatmadan önce, daha dün temizlenmişti ev ama ortalıkta tek bir toz zerreciği dahi olsun istemiyordu... bebek ağlamaya başladı, belli ki acıkmıştı. göğüslerini gazlı bezle sildi ve emzirmeye başladı. telefon çaldı. kadın panikledi. ne yapacağını bilemez halde ortalıkta dolaştı bir süre. telefon ısrarla çalmaya devam etti. kucağında bebeği olduğu halde bir gayret, çekti kopardı telefonun kablosunu. ses kesilince rahatladı. kanepeye oturdu, televizyonu açtı. küçük bir Afgan kızı ağız dolusu bağırıyordu insanlığa "UTANIN! UTANIN!" Kanalı değiştirdi hemen. Bebeğinin yüzünü göğüslerine çevirdi, elleriyle de kulaklarını kapadı. bir başka haber bülteninde çocuk pornosu pazarlayan bir çeteden bahsediliyordu. yine kanalı değiştirdi. maskeli bir adam elinde testereyle, gözü bağlı bir adama yaklaşıyor bir yandan da şekspir gibi, büyük büyük laflar ediyordu. kadın televizyonu kapadı, fişini çekti. ekranını da duvara çevirdi... birden bebeğiyle gözgöze geldi. öyle güzel öyle sevimliydi ki... bugün dünyayı bu hale getiren insanların bir zamanlar bu kadar küçük bu kadar korunmasız ve bu kadar masum olmuş olabileceklerine inanamadı. hayır hayır, onlar hiç bir zaman doğmadılar, bebek olmadılar, çocuklukları yoktu. öyle mantar gibi kötü adamlar olarak birden bitiverdiler hayatlarımızın ortasına. aksi mümkün değildi... bebeğini öpüp koklamak istedi. banyoya gitti, yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı ve öyle öpmeye başladı. onu sardıkça, ne kadar küçük ve korunmasız olduğunu hissediyordu. ağlamaya başladı. bebek minicikti, çaresizdi ve dünyanın en güzel şeyiydi... kokusunu hissetti, onu solumaya başladı. tamamen içine çekmek istiyordu bebeğini. küçük burnunu yüzünü öpmeye başladı yeniden. ellerini ağzına aldı, yutmaya çalışır gibiydi. bir yandan da ağlıyordu. bebek de ona eşlik ediyordu. öğürünce kendine geldi, toparlanmaya çalıştı...
en iyisi uyumak... uyumak ve belki bu kabustan uyanmak, tüm bunların kabus olabileceği ihtimaliyle başını yastığa koymak. hamileyken aldığı masal kitaplarından bir tanesini seçti. "hansel ve gratel" yatak odasına gidip odayı kontrol etti, camların açık olup olmadığına yatağın altına, giysi dolabına baktı. oda temizdi! bebeği ana kucağında olduğu halde uzandı yatağına ve okumaya başladı... kurbağa prens, kadını kollarından keserek bebeğinden ayırmaya çalışıyordu çünkü hansel ve gratel kardeşler bebeği fırına atmak istiyordu. avcı da onlara yardım ediyordu. üvey anne ferman vermişti, bebeğin kalbinden güzellik maskesi yapılacaktı. meclis gündeminde kadının bebeğinden güzellik maskesi mi, bisküvi mi yapılacağı tartışması vardı. muhalifler çiğ köfte yapılması konusunda ısrarcıyken iktidar onları yine dikkate almamış, meclis tavanındaki çiğ köfte artıklarıyla yetinmelerini istemişti. ve tüm bunların yaşandığı dünya, rapunzel'in saçlarıydı. o taradıkça saçlarını, kadın bebeğinden biraz daha biraz daha uzaklaşıyordu... bebek ağlıyordu, birden ses kesildi... Dünyanın öbür ucuna gitti sandı kadın. kan ter içinde uyandı ve acıkan bebeğini -göğüslerini önce gazlı bezle temizlemek suretiyle- doyurdu.
kapı çaldı. korkuyla kalktı yerinden. bir süre kapı önünde durdu, dinledi. biri ya da birileri ısrarla zili çalıyor ve hiç ses çıkarmıyorlardı. dürbünden baksa?.. ya dürbünden ateş ederlerse? kurşun tam gözüne isabet edecek, beynini parçalayacak ve kafatasının arkasından çıkacak... Ardından bebeği ellerine geçirecekler ve kim bilir, ne yapacaklar... neyse ki kapı ardındaki kişi ya da kişiler evde kimse olmadığı kanaatine varıp gittiler. kadın usul adımlarla odaya girdi, kapısını kapadı. odada bir sinek vardı. vızıldıyor, oradan oraya konuyordu. hastalık evin içinde pervasızca kol geziyordu... Sineğin peşine düştü ama yakalayamadı. sinek ilacı sıksa bebek zarar görebilirdi. bu oda artık güvenli değildi. diğer odaya geçti. burayı da kontrol etti, temizdi. kapıyı kapadı kilitledi. Yine o ses. Vızzzz... İçeriden geliyor diye düşündü... birden dehşet içinde çığlık attı. gözleri yerinden fırlayacaktı sanki. bebeğin burnundan kara bir leke havalandı. kadının çığlığıyla birlikte bebek de ağlamaya başladı. birini ağlarken görünce dayanamaz ağlardı kadın ki ağlayan bu kez bebeğiydi. kadın da ağlamaya başladı. bir yandan da odanın içinde sineği kovalıyordu. masayı devirdi, sandalyeyi kırdı ama bir türlü yakalayamadı o küçük kara casusu. hemen odadan çıktı. bebeğinin üstünü başını değiştirdi, sineğin konduğu burnunu temizledi. korku içinde kanepenin bir köşesine sindi. elini kolunu havada savurarak sineği bebekten uzak tutmaya çalışıyordu. paniklememesi, soğuk kanlı olması gerekliydi. derin bir nefes aldı. yerinden kalktı banyoya gitti. o sinir bozucu ses de peşinden. vızzz... Kovaya su doldurdu. dirseğiyle suyun sıcaklığını kontrol etti. Mutfağa geçti, şeffaf bir poşeti iyice yıkadı. dolaptan vitamin haplarını alarak banyoya döndü. hapları suya atıp karıştırdı. suyu poşetin içine aktardı. bebeğini "ana kucağı"nın altından yavaşça kaydırarak su dolu poşetin içine bıraktı. poşetin ağzını sıkıca bağladı ve çıktı banyodan. odaya geldi. ses de peşinden. vızzz... elini karnında gezdirdi gülümseyerek... diz kapaklarını göğüs hizasına kadar çekip kanepeye uzandı, cani anne!

ayaküstü kendini becerten karılar gibi, durduğum yerde öyküler kurarken ben, bana tost hazırladığı için mi cani oluyormuş annem, soruyor... ne diyim ki ben sana daha...