23 Mart 2012 Cuma

Bir tatlı sözle uçurtmalar, dönme dolaplar düşleyen çocuğun şarkısı


Babam bana öyle gözler armağan etmiş ki;
Sözgelimi sen,
Aa bak uçak geçiyor diyeceksin,
alacaksın şekerimi elimden.  
Ben bakarım, tereddütsüz.
Ve o uçağı görürüm.  
Olmadığını ikimiz de bilsek de.
Ben bissürü bissürü uçaklar kurarım.
bir görünür bir kaybolur,
güneşe gider onlar.
Pike yapar, yarışır onlar…
Gökyüzü aydınlık, bulutlar mavidir…

Hem pamuk şekeri senin ellerine daha çok yakışır.
Bir yalana gönüllü inanmak olur, o zaman da aşk.

Ben her gün, hayalini tamamlamaya çalışırım senin.  
Yap boz gibi.
O zaman da yalanı mümkün kılma çabasına dönüşür, aşk.

Gözlerinin ışıltısı kalmış bir, aklımda
Niye?
Ama gözlerin?
Onlar nerede?
Ben bilmem nerede.
Gözsüz bir ışıltı yerleştiririm, ilk.
Uzun parmaklı bir el düşlerim sonra.
Esmere boyarım, hayaletini.
Boyun vardı, upuzun, boyun.
Zeybek oynayan Efeler gibiydi, boyun.
      -Efeler gibiyse, kolları da uzundur muhakkak.
Açmışsın kollarını böyle iki yanına.
Upuzun bir Efe, şimdi tuvalimde.  
Ya omuzların?
buralar biraz bulanık.
Silinmiş hafızamdan.
Belki de yoktu omuzların.
Ben bunu nasıl bilebilirim?
hiç başımı yaslamadım ki.

Kavuşamamanın adı olur böylelikle, aşk.
Suyun, sınırın ve dağın öte yanı gibi…



Ben böyle yara kabuğundan sızan bir Eyüp olurum o zaman da.
Sabrının son kırıntısını az evvel kuşlara vermiş.


Ne zaman “biz”li bir hayal kurmaya kalkışsam
Seni tamamlayamıyorum.
Seni tamamlayamayınca da, ben.
Eksiliyorum.
Çiçeğin kuruması gibi eksiliyorum.
Sular çekildiğinde karada kalan balık gibi…  
Perdelerin kapanması gibi
eksiliyorum.
Niye?




http://www.youtube.com/watch?v=r-DgkPS9Ids




21 Mart 2012 Çarşamba

bulutların üstünden bıraktım ben kendimi

komünizmi bilemem ama, bu bahar da (da), o'nun gelmeyeceğini biliyorum abidin.

ani bir kararla aşık olmaktan vazgeçip, kitap okumaya başladım. hayattan soğutan kitaplar. hayatım hakkında yorucu ve karanlık şeyler söyleyen kitaplar...
http://www.youtube.com/watch?v=IkzEoWEftNw

biz senaryocuyuz küfüre karşıyız

biz senaryocuyuz
küfüre karşıyız
dizi dostluk, dizi kardeşliktir.
herşeyin üstüne çekeriz bir sünger
ama son keeeeezzz
yorramiii yiiii  haciii*

*hacii kod ad tabii ki. ama iki heceli olmak kaydıyla sonu "r" "a" "e" "i" ile biten bütün isimler, sıfatlar hacii yerine konulabilir. ayrıyetten abidincim mezzo soprano olduğumu söylemiş miydim? çogzel söylüyom ben bunu. ahahah

http://www.youtube.com/watch?v=MvZtcOjC3P0

aidiyet değil, sadakattir arzum!

bakalım sözlük anlamlarına;

aidiyet: değginlik, ilişkinlik, ait olma durumu.
sadakat: içten bağlılık.

iş bu sebeple yaptıklarım ya da yapmadıklarım da anlaşılmayacak bir yan yok abidin. ben hayatımda aidiyet istemiyorum, sadakat istiyorum!

19 Mart 2012 Pazartesi

hece tragedyası

Hece’nin hayattaki tek derdi, saçlarını uzatabilmekti. Ancak kendisi toplumun kadınla ilgili her türlü koşullamasından o kadar bunalıyordu ki ve “kadın uzun saçlıdır” imajından o denli tiksiniyordu ki, her fırsatta kestiriyordu saçlarını, kısacık. Çocukluğundan beri bu dayatılmıştı ona. Annesi saçlarını örmek için kurdeleler takmak istemişti. Hayır istemiyordu Hece saç. Örükler, kurdeleler, at kuyrukları. Aslına bakarsanız göğüslerinin olmasından da hep rahatsızdı. Hala rahatsız. Kısa saçlar, tam Hece’ye göreydi... Uğraşamıyordu zilyonlarca kılla. Ancak Hece’yi yetiştiren kadın, kadınların öte dünyada saçlarının göğüslerini kapatacak kadar uzun olması gerektiğini öğretmişti. Paradoks burada başlıyordu işte. Hece, öldükten sonraki kurallara şimdiden saygılıydı, uymak istiyordu. O, aslında bu dünyaya değil de, “öbür dünya”ya inanıyordu. “öbür dünya” fikri Hece’nin hayal gücünü kaşıyordu, heyecanlandırıyordu onu, bir an önce oraya varmaya can atıyordu. Sevdikleri oradaydı. Varırdı, diriltmeselerdi ve daha sonra da bu dünyaya ait bağımlılıkları oluşmasaydı. Çoktan varırdı. Sürprizi merak ediyordu. Gizemi merak ediyordu. Öbür dünya, ne olabilir ki, nasıldır acaba?.. Bu dünyanın kuralları ve “öte dünya”nın kuralları daima çelişiyordu, Hece’yi oraya varmaya kaşıyanlardan biri de bu çelişkiydi. Ve zaman geçiyordu. Hece uzatmaya çalıştığı saçlarından sıkılıyordu. Kestiriyordu. Sonra tekrar uzatma kararı alıyordu. Yine kestiriyordu. Zaman var. Yaşlanmak var. Yerçekimi kanunu var. Ne zaman saçlarını kestirse göğüsleri sarkıyordu Hece’nin. Trajedi burada başlıyordu işte. İntihara hazırlanıyordu. Saçları kolay uzamıyordu. Göğüsleri sarkıyordu. Nasıl örtecekti bu kadar yavaş uzayan saçlarla, bu kadar hızlı sarkan memelerini?

*evet bundan sonraki yazı, Hece'nin durumunu memelerinin gözünden anlatmak. sonrası uzamayan saçlarının gözünden, Hece'nin gözünden, kurallar/imaj gözünden vs vs... başı sonu belli olan bu hikayemsi, diğer olasılıklarla nasıl anlatılır onun peşindeyiz abidin. başladık alıştırmaya. hadi bakalım. beni cezbeden kısmı tragedya formuna uydurmak, bu saçmalığı. şimdiden düşünmeye başlayalım. Hece'nin pathosu ne olabilir? saçlarını kazıtmak, memelerini kesmek, cinsiyet değiştirmek, intihara meyilli bi karakter olarak ölümsüz olmaya çalışmak... koro da koyalım buna. deus ex machine da... oh lalala

17 Mart 2012 Cumartesi

bir azarla ölümü düşünen çocuğun şarkısı

Uçuruma açmanın kenarındayız bugün.
  Sanki kanatlanmadayız.  
    Ne kadar sevgiyle konuşsak da
      Ki konuşuyoruz.
        Korkuyoruz göz göze gelmekten Edip abi.
          Korkuyoruz.
            Sanki gözler, şiirdir de birbirine
            -ama öyle olmalı, değil mi-
               Yokuş aşağı inen bir şiir.
                -Nereye?
                  -Ben bilmem nereye…
                     Biz göz göze gelirsek sanki,
                       Hayatımızın freni patlayacak gibi…
                         -Korkmakta da haksız sayılmayız gerçi.

Demin sokaktan bir adam geçti.
Dudağının kenarında sigarası
Parmakları sararmış tütünden.
Sararmış olmalı, görmedim esasen.
Sana benzettim Edip abi.
Yürüyordu sokakta…
Ama böyle balkona çıkmış gibi yürüyordu.
İşte şimdi Galata’da çay içer gibi yürüyordu.
İşte şimdi meyhanede demlenir gibi yürüyordu.  
tren yolculuğuna hazırlanır gibi yürüyordu.  
Trenler diyorum Edip abi.
Yakup’u çağırmaya benziyordu.
                                                       -Yakuuup!
                                                          -Yakuuuup!
Yakup diyince ben.
  Oturup tütün sarıyorum.
    Rakı koyuyorum iki kadeh.
      Biri Yakup’a…
         Hızlı hızlı içiyorum.
           Yerlerini değiştiriyorum eşyaların.
              Masayı şuraya.
                 Sandalyeyi buraya.
                    Saksıları buzdolabına
                       Gramofonu defterimin arasına,
                        Plakları çamaşır ipine asıyorum.
                        Bir soluk dinleniyorum.
                        Yavaşlıyorum.
                                               Yavaşlayınca ben, sadece o’nu düşünüyorum.
                                               Yakup’un rakısına uzanıyorum böylelikle.
                                               Ben ne zaman o’nu düşünsem.
                                               Hep Yakup’un rakısına uzanıyorum.
                                               Hızlı hızlı içiyorum.
                                               masanın üzerine sandalyeyi koyuyorum, ters.
                                               Perdeleri tutuşturuyorum.
                                               Kül asıyorum camlara.
                                               İyi böyle iyi.  

                               Sokağa atıyorum kendimi.
                                 Koşar gibi yürüyorum.
                                     Kafelerde oturuyorum, barlara girip çıkıyorum.
                                        Çarçabuk yaşıyorum günü.
                                             Hiç yalnız kalmıyorum.
                                                Sevişiyorum gecelerce.
                                                   Unutmak bir hız kazanıyor böylelikle.
                                                      Yaşım otuziki Edip abi.
                                                         Çağrılmamanın ta kendisiyim.
                                                              Bir, o'nun sesiyle...

Bir gün, uzanmıştı ellerime,
Çiçek açıyor gibi uzanmıştı.
Güneş doğuyor gibi uzanmıştı.
Yan yana, yanan iki mumun
Birbirine eğilerek erimesi gibi.
Uzanmıştı.
Tutacak sandım.
Ben eminim o sırada serçeler,
Sözgelimi bir erik ağacının dallarında…
Ama erik ağacı da tomurcuğa durmuş mutlaka.
Dallarında onlarca serçeyle…
O, uzanırken ellerime
Tam da bu an'da
serçeler göğe kanatlanıyordu.
Tutacak, bırakmayacak sandım.
Bir avuç çivi bıraktı, ellerime.

                                               Söyle bana Edip abi.
                                                  Ne yapar bir romantik, bir avuç çiviyle?

Mevsimler döndü, etimde paslandı çiviler.
   Kaçıyoruz hala.
     Bilmem ki nereye?
       ama birbirimizden hep en uzağa.

                                               İki insanın birbirine en uzak noktası.
                                           -Gerçi bunu en iyi sen anlatırsın.
                                         Ne kadar çok konuşulursa konuşulsun
                                       Sevgiden
                                    Ve sevgiyle…
                                 Hala söylenmemiş olarak duran sözcükleridir.

O, en çok susuyor
   O, sanki hep susuyor.
       Susmak sanki bir ırmak da
          O, kıyısından su içiyor.

-Ben mi?
Burada yüzüme acı bir tebessüm iliştiriyorum.
Ben.
Ben çok konuşuyorum, Edip abi.
"o" girince lugatıma şiddetli cümleler kuruyorum.
Sözgelimi, özledim diyeceğim.
Kafam karışıyor böyle anlarda.
Özlemekten ibaret kalıyorum yalnızca.
Yoksunluk hissetmek midir özlemek sadece?
Özlemek…
öze de katmak değil midir bir anlamda.
Özledim, özümde aradım ben onu.
O, nerede?
Ben de değil, bir tek bunu biliyorum.
Gövdemin ortasında kocaman bir oyuk oluşuyor o zaman.
Böylelikle özlemek, bir küfre dönüşüyor
Dudaklarımda.
İmalar, dolambaçlı, alaycı laflar…
Uzun, anlamsız, başı sonu olmayan
Ve hep öfkeli sözcükler çıkıyor ağzımdan.

                    Onu incitmek ister gibi yaşıyorum Edip abi.
                          Şairin dediği gibi hani
                               “ona çok kötü bir şey olsun istedim. Beni sevsin”
                                       Ben bu şiiri ne zaman hatırlasam,
                                            Fikrimin ince gülü’nü söylemeye başlıyor Yakup.
Fikrimin ince gülü'nü söyleyince Yakup,
  O'nu sevmek, naif…
   Kırılgan ama sertlikten değil, incelikten…
      İncelik ki, zayıflıktan değil zarafetten…
          Gülümseten, erik gibi mayhoş…
             Denize karşı akşamüstü rakısı gibi
                Bir şeye dönüşüyor.
                    Ben işte o zaman da,
                        Ona çok güzel bir şey olsun istiyorum.
Beni sevsin.

Bir daha ağzımda çivi varken konuşmayacağıma söz veriyorum.  
Yutkunuyorum.
Böylece ben ne zaman yutkunmaya başlasam,
O, susuyorum sanıyor.
Duvarlar örmeye başlıyoruz yüzümüze,
Hoyrat tuğlalardan. hemen.
Yabancı bile olamıyoruz artık.
Harp halindeyiz, birbirimize hiç birşey değilken.
Dikenli teller geriyoruz aramıza.
Kan içindeyiz.


                            Ve böylece biz.
                                Başladığımız yerin,
                                    -bir şeye de başladığımız yok ya.
                                            daha da gerisine düşüyoruz.  
                                                 Aramızda konuşulmayanlar, kor.
                                                      Birimiz azıcık esse hani, harlanacak ateş.
                                                           Çıkacak yangın.
                                                                O denli sıcağındayız birbirimizin.
                                                                     Dokunmaya korkuyoruz.  
                                                                         Esmiyoruz Edip abi. Neden.
                                                                             Sönmüyoruz. Neden.  

Doğrusu bu ya;
  O esmek istese, ben sönüyorum.
     Ben esmek istesem, o sönüyor.
       Ama illa ki birimiz o ateşi hep diri tutuyor.
         Bir yanlış zaman mıyız, biz neyiz?
           Yanlış iki insan mıyız, biz neyiz?
             Aşk, yanmaktan ziyade sönememe halidir, diyorlar.
                Öyleyse biz neyiz?  

Birbirimizi değil de,
Yağmuru bekler gibi yapıyoruz.
Biri gelecek  bir gün.
Bulutlarıyla gelecek, bir gün.
Kül edecek, aramızdaki “şey”i.
Biri gelecek!
Biri alacak, bizi birbirimizden.

-Sonra ne olacak?
                                               -Yara baki kalacak.
biz dediğime de bakma.
Aşkın tekil hali değiliz, biz.
Dilin kuralları gereği. Biz.
Zımpara taşı anlamına da gelebiliyoruz bazen.
Biz diyorum. Biz ki;
ustasıyız kalbimizi birbirimizden esirgemenin!

                            Bana sorarsan Edip abi.
                                  Duymak istediği sözcüklerin peşine düşmesidir
                                         İnsanın bütün bir serüveni.
                                               Çocukluktan beri bu böyledir hatta.

Bazan oluyor.
  Bazan o konuşuyor
    Bazan “seni seviyorum” diyebiliyor.
      Bunu nasıl başarıyor, ben hiç anlamıyorum.
        İçimi bir güzel yıkıyor.
          Ama bilmiyorum. Ben. Neden.
            Kuşkucu bir güvercine dönüşüyorum o zaman.
               Kanatları gövdesine yapışık, spastik bir güvercin.

                   Sevmek tamam sevmek de,
                   Ya değilse benim istediğim gibi bir sevmek?
                   Ayşe’yi de seviyor örneğin. Allah’ı var, Ayşe iyi kız.
                   Ali’yi de seviyor sonra, arkadaşı.
                   Kedileri seviyor.
                   Ve futbolu…
                   Ali’yi, Ayşe’yi, kedileri ve futbolu,
                   Sever gibi seviyorsa ya beni de, Edip abi?
                   Olmayacak iş değil.
                                                         -Peki bu aramızdaki kor, niye?

Ömrümce duymak istediğimi duyduğumda, ondan.
İnsanın bütün serüveni, inanacak birşey aramaya dönüşüyor, o zaman.
Tam da bu noktada tanrı, daha bir anlam kazanıyor.

Ben böyle kanatları gövdesine yapışık bir güvercin, kuşkucu.
Düşersem ya?
-Beni bu ağacın en yüksek dalına kim bıraktı Edip abi?

http://www.youtube.com/watch?v=mYVckxZVI_g
















16 Mart 2012 Cuma

telvin (durumla dalga geçip gülüyodum hakır hakır, buruldum sonra)

kapanmış...
içimde bir kapı.
hem içeri,
hem dışarı...

http://www.youtube.com/watch?v=pcuuJ2dHcF4&feature=youtube_gdata_player

Geeeeeel koynuma geeeel, akşam gözlü esmer

Fiyuuuutfiyuuuuu. Çok pis seviyorum teşkilat-ı mahsusa. Güleceklerim bozuldu, ağlayacaklarım kurudu, sileceklerim kırıldı, triger kayışım koptu, Kaportacı Niyazi iyi et beni. ben iflas olmam. Yok. İflah diyeceğidim. Ben iflah olmam. Ahah Abidin, elemana kaportacı Niyazi adını takalım mı. Oh beybi. Şehhane bi fikir bu.
Başlık atalım.

“Kaportacı Niyaziylen eşekler kovalasın seni Sevginin büyük aşkıdır”

Kaportacı Niyazi, uzun boylu, esmer, eli gıllı döşü gıllı, yüzü gıllı, seksi maymun gibi bişiydi. Analar neler doğuruyordu. Ohmaygaddı, aman Allahımdı. Leylekler fazla mesaiden kaçınmamıştı. Baktı baktı baktı. Upuzun yollar gibi baktı, Eşekler kovalasın seni sevgi,  kaportacı niyazinin yüzüne, endamına. “Yağdı yağmur, çaktı şimşek. Ben aşık oldum ulan eşşşoğluuueşşşek, bil” dedi. “bildim” dedi kaportacı Niyazi. “peki”… “bildim peki”, bir silah çeşididir vahşi batıda. Hedefi tam onikiden vurur. O günden sonra, eşekler kovalasın seni sevgi, hayatına onikisi olmadan devam etmek zorunda kaldı. Bu aslında iyi bişiy sayılabilirdi. Onikisi olmayan insan, hiç bi zaman külkedisine dönüşmezdi misal. Bardağın boş tarafını görecek olursak da, onikisinden vurulmuş bi insanın gecesi ertesi güne evrilmezdi hiç. Bitkisel bir takvimde, bitkisel bir zamanda, asılı kalmıştır artık. Saatleri ayarlama enstitüsünün siayeye hazırladığı tapsiktiret bi rapora göre arafta da oniki yoktur. “Bildim, peki”, vahşi batıda bir silah çeşididir. Ne öldürür, ne oldurur. Arafta bırakır.

“Direği sıyıran topun metafiziğisin lan kaportacı Niyazi” dedi, kendini dine imama verdi. Amacı mecnun gibi, Mevlana gibi, ne biliyim bi sezen aksu, bi ancelina culi gibi ilahi aşka erişebilmekti. Gelin görün ki dostlar. Heyhaaat. İşte kitap okumamanın ceremesini çekicekti, bu kez de eşekler kovalasın seni sevgi. Az kitap okuduğu için kelime dağarcığı kıttı, güdüktü, düdüktü. Dine imana vermesi gerekirken, olayı tamamen yanlış anlayıp imama vermişti. Bir harf, eşekler kovalasın seni sevginin de, imamın da ve dahi cemaatin sonu olmuştu. E daha orgazm olacağıdık. Peygamberin biri bi gün boşuna “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” dememişti. Padişah ferman buyurdu. Cenabetlerin cezası tiz infaz edile! Konuşacaklarından kızgın miller geçirildi, dillerinden m ve n harfleri sökülüp alındı, kerpetenle. Eşekler kovalasın seni sevgi, en çok sevdiceğine kaportacı Niyazi diyemeyeceği için kahroluyordu bu kez de. İyazi diyecekti adama. İyazi. Cennet mahallesinde Çingene taklidi yapan dangalak oyuncular gibi. İyazi dedikçe, hemen abe çıkıyordu ağzından. Atmııııış yetmiiiiiş diyip, demeye çalışıp daha doğrusu, roman havası döktürüyordu. Aşk acısından çok gecelerde roman havası oynamıştır eşekler kovalasın seni sevgi. Baktı. Yoğ dostum yoğ. Bu böyle olmayacaktı. Kaportacı İyazi’yi sevmekten kurtulmak zorundaydı. “Ahkeeye veriyi be ou” dedi. Kimse anlamadı ne demek istediğini. “ahkeeye veriyi be ou” dalga geçtiler. Salaaak salaaak dilimizi bilmiyooo saaalak ehue diye. Ağladı eşekler kovalasın seni sevgi. “Mahkemeye veriyim ben onu” demeye çalışıyordu esasen. Alsınlar tutuklasınlar, hapislerde çürüsün. Derdini anlatamadı bir türlü. Zaten bi anlayan çıksaydı da, olmazdı. Araf mahkemelerinin hemen girişinde “zükülmüş hamın davası olmayi uşaklar, bu boyle bilina, memurlarımız lüzumsuz yanıyorsa söndürüle, israf” yazmaktaydı.

Unutmaktan sorumlu devlet bakanlığına başvurdu bunun üzerine. Arafta işler böyle yürüyordu. Birinden vazgeçmek istediğinizde, bi kaç dilekçe rüşvet araya adam sokmalar filan… Bakanlıktan bi yeşil kart alıyordunuz. Törenle unutuyordunuz istediğiniz kişiyi, hadiseyi. Eşekler kovalasın seni sevgi de yeşil kart çıkarttırmış, törene katılacak and içecekti. Yine ilk aksilik m ve n harflerinden çıktı. “kaportacı iyaziyi… abeee atııış yetiiiiş sekse…” diyip roman havasına bağlıyordu. Bi kaç egzersizden sonra cennet maallesi oyuncusu psikolojisinden kurtulup, “kaportacı iyaziyi uutacağıa ad içeri”diyebildi. Eksik demiş oldu. Tören iptal edildi. Eşekler kovalasın seni sevgi mücadele etmeye kararlıydı. Eylemler yaptı, Müge anlıya gitti. Yüz bilmem kaç yazışma, dilekçeyle filan mühim olanın niyet olduğuna karar verdiler. “Herkes m ve n’yi söyleyebilecek diye bi kural yok nihayet. Beyaz da r’leri söyleyemiyo” yasası çıkardı bilirkişiler. Bu sayede araf, Avrupa birliğine bile girebilecekti. Ya işte her karanlığın içinde aydınlık, her şerde bi hayır vardır. Çok mutluydu, eşekler kovalasın seni sevgi. Kendisi için küçük, araf için büyük bi adım atmıştı… Kaportacı Niyazi’yi unutması için hiç bi engel yoktu artık önünde. Yeni bir tören düzenlendi. Kaportacıyı temsilen gıllı bi maymun resmi üzerine el basarak “kaportacı iyaziyi uutacağıa ad içeri” dedi. Kalbi pıt pıt atıyordu. Geçecekti. İyileşecekti. Şimdi törenin başındaki komutan, birkaç talimat vericekti. Sevgi onları uygulayacak ve buradan kaportacı niyaziyi unutmuş olarak çıkacaktı.

Ne yazık ki, yemin töreninin başındaki komutan Azeriydi. Bu bir felaket. Azeriler tüfeğe, yarak diyorlardı. Eşekler kovalasın seni sevgi, “kaportacı iyaziyi uutacağıa ad içeri” dedi. Komutan “yarak omza” dedi. Hııııı? dedi bunun üzerine eşekler kovalasın seni sevgi. Komutan bütün ciddiyetiyle “sana Azerbaycan yaraklı kuvvetleri adına emrediyorum asker. Yarak omza” dedi. Eşekler kovalasın seni sevgi, panikle kolunu omzuna attı. Komutan sinirlendi. Sefil bir asker tarafından kandırılmaya çalışıyordu. Emri tekrarladı. “yarak omza!” Eşekler kovalasın seni sevgi, bu kez de bacaklarını omzuna attı. Evet. Kahraman burada artık dönüşü olmayan yola girmişti. Unutma bakanlığına bağlı ordu tarafından, ömrünün sonuna kadar “bacak omza” pozisyonunda yaşamaya mahkum edilecekti. Cezasını düz ovada çekmesine karar verdiler. Genç kadın, adıyla müsemma düz ovada eşekler tarafından kovalanacaktı, bacakları omzunda, aklı kalbi kaportacı İyazi’de…

http://www.youtube.com/watch?v=EQAg3x87PLw&feature=share






 

 


 

14 Mart 2012 Çarşamba

*beni bu karanlıklara yakma demiştim...

bir mum muyum,  ben neyim
böyle şizofrenik sevdayı sikerim!


*mısra-i azade denemeleri vol1 -2012de  bukkaaa oluyo

11 Mart 2012 Pazar

insan, odasının şeklini alan bir kayboluş biçimidir

Ben mi yürüdüm, saçlarım mıydı uzayan
Böyle yol gibi, yol mu dedim. Yok. Soluktum sanki.
Ben böyle bir uzama halinde
Uzama da denmez gerçi
Akıp giden şeyler gibi, bir nehir, bir zaman gibi…
Kıvrıla kıvrıla bir yılan, bir patika
Başı sonu olmayan bir şeydim, birşey.
“şey”lerin dünyasında kendine bir yer bulamamış, bir şey.
Uzayan, akan, içine kıvrılan. 
Saklanıyordum. Ben böyle.

SİZ BENİ ARASANIZ, NE ÇIKAR.
NE ÇIKAR SİZ BENİ BULAMASANIZ DA.

Ben bir gün… Bir gün mü dedim. Her gün, demeliyim.
Bir sabah. Değil. Her sabah.
Ben bir gün ve o günden sonra dünyanın bütün günlerinde
Bir sabah ve o sabahtan sonra dünyanın bütün sabahlarında.

Bir belki’ye uyanmıştım.
Uyanmıştım, işte şu menekşenin tersine açması gibi,
Menekşenin tersine açması diyorum ki;
herşey toz bulutu halindeyken hatta, doğmayı reddetmek gibidir.
Öyle ya, menekşeler hep bu dünyanın dışına açmalıdırlar.
Ben bunu böyle öğrendim.

Yaşım onüçtü. Çocuk desen değil, genç desen değil.
Menekşeler diziliydi balkonda ve mor
Parmaklarımda kadife…
Bir kadın vardı, bir kadın. Hani derler ya devlet gibi kadın.
Ben daha o gün, o yaşımda
Devletlerin önce menekşeleri sonra zakkum çiçeklerini
Ve aşk merdivenlerini sevdiğini bilirdim.
Devlet, çiçeklerle konuşan uzun, şefkatli bir kadındı.
Mor balkonlar diziliydi, menekşeler boyu.
En çok beni severlerdi
Morlar, balkonlar, kadifeler ve menekşeler…

Bir gün… Bir sabah mı demeliyim,
geceyarısı oniki’den sonra mı?
Onsekiz olmuştum.
Mezarlıklar diziliydi menekşeler boyu.
Ya da menekşeler, mezarlıklar boyu.
Gördüğüm hangisiydi, ben emin değilim.
Kadife, bu dünyanın dışına akan
Bir renkti belki, belki bir dokunma hissi…
Ellerim bana kalmadaydı, parmaklarım da…
Ve devlet,
Menekşeleri solduran, ölü toprağıydı.

Diyordum ki bir belki’ye uyanmıştım bir sabah
Sonra dünyanın bütün sabahlarında,
bir yudum suyu derya sanan balık misali,
bir tek bakışın koca bir aşk ettiğini sanmıştım.
Uyanmıştım.

Uyanmak ki,
Şöyle, perdelerini güneşe açmak değil,
denize karşı bir kahvaltı heyecanı,
Yeni bir gün, yeni bir umut
Yeni, yeni, yeni…
Yeni ve tazelikle ilgili hiçbir çağrışım değil.

Uyanmak ki,
Sert bir kahve, zifir…
Ve sigara, katran.
Eskiyen, aşınan, sancıyan…
Eskiten, aşındıran, sancıtan…
Dünyanın son gününe bir adım daha vardıran
Tarihçilere ve anı koleksiyoncularına
Para kazandıran, emperyalist bir oyundur.
Olamaz mı.
Buna dünyanın son gününde,
Yalnızca tarihçiler ve anı koleksiyoncuları kaldığında geriye
Hep beraber güleceğiz.
neden olmasın…
Gülmek, o zaman da alıştığımız biçimde bir gülmek midir?
Ben bunu bilmiyorum.

Bir belki’ye durmuştum, bir gece.
O geceden sonra, dünyanın bütün gecelerinde.
İhtimaller denizinde yıkıyordum kalbimi
Ve bu beni iyi ediyordu.

Belki’ydi, avuç içlerin vardı
avuç içlerin var mıydı bilmiyorum, ellerini görmüştüm bir keresinde.
ihtimal bu ya, avuç içlerin de vardı
Yüzümü sürüyordum. Olmayacak tüm dualar
Amin oluyordu böylece. Kutsal olmalıydı ellerin senin.
“Belki beni seviyor”dun sonra. İhtimal dahilindeydi bu da.
Ne zaman gelse aklıma,
beni seviyor muşsun sen mesela, uyanmak
Yeni, taze ve gülümseten bir şey oluyordu.
Sanki sabahlar seni doğuracakmış gibi…
Seni sonsuz kılıyordu zaman, ben belki’lerle eskidikçe…

Kırmızı bir şeyler vardı sonra,
uykusuzluğum arasında kıvranan.
Kırmızı bir arzu…
geceye karşı tüm önyargımı ortadan kaldırıyordu.
Beni, geceyle uzlaştırıp, heyecanlandırıyordu.
çarşafların ve beyazın doğurganlığında…
Diyelim, yan yanaydık seninle,
Karışıyorduk, terliyorduk ama hep göz göze şeklinde.
Kırmızı bir istek, beyaz çarşafların kıvrımlarında…
bayrak bir anlam bulacaktı sonunda.
-ölmenin başı sonu yoktur…
Sanki dünyayı kurtarabilirdik, birbirimizi sevdikçe.

Diyelim ki, menekşe hissiydi, parmakuçlarımızda kadife.
Bakınız bu çok önemli hadise.
Bana sorarsanız şu dünyanın biricik kuralı;
Küstürmemek olmalı,
Bir menekşeyi ve bir menekşenin “bütün inceliğini”

Gecelerce durdum ben sonra
Odalar dolusu durdum.
Asfalt gibi durdum
Deniz gibi…
Dağ gibi.
Dağ mı dedim.
Dağın, görkemini, heybetini, aşılmazlığını ve gücünü alın.
Bir, çaresizlik kalıyor geriye.
Dağın çaresizliğidir ki, ölümün eskizi gibi…

NE ÇIKAR SİZ BENİ GÖMSENİZ DE,
DOĞURSANIZ DA,  NE ÇIKAR...

Benim bunu artık doğrudan söylemem gerekir mi?
demeye çalıştığım bir menekşe olduğum, kökü ölü toprağında
çiçeği mi demeliyim. ölü toprağında
öyle ya menekşeler hep tersine açar sizin dünyanızda.
tersine açmak ki, durmanın bi çeşidi bana sorarsanız.
bu dediğimi düşünürken,
saçları,
nehirleri,
geçip giden ve hiç geçmiyormuş gibi duran zamanı
ama bulutun yağmura durmasını da düşünün.

Ve ben bir menekşenin zarafetini yalnızca
Şu gördüğün boynumun kırılganlığında taşıyorum.

Bir belki’ye durmuş menekşe, bütün gecelerce.
Odalar dolusu belki
Ve odalar dolusu durmak halinde.
Ben böyle ölümü taklit ediyordum.

NE ÇIKAR SEN BENİ ARASAN DA…
BULAMASAN, NE ÇIKAR.

***
edit; cansever'e saygıyla!

10 Mart 2012 Cumartesi

kalu bela

amma ve lakin beyler bayanlar "seni seviyorum" çıkmıştır lugatımdan. daha iyisine vakıfım:)

"levlake levlak lema halaktu'l eflak"

ihtimal ilk kullandığım an, biraz garipsenicem, ki halden anlamayan sevgiliye aşina diiliz, o ayrı. ama mevzu bu'dur! gerisiiiiiii yaaalaaaannn...

http://www.youtube.com/watch?v=7zERdxxxrvA

8 Mart 2012 Perşembe

hatırlamakta yarar var;

"bir diş gibidir yaşam,
ne olduğu düşünülmez ilkin
öğütmekle yetinilir
bir de bakarsınız çürümüş birgün
sızlar, önemsenir...
kaygı, özen, bakım
ve tamamen iyileşebilmeniz için,
koparılıp, alınması gerek
elinizden yaşamınızın"

demişti bi vakit şahsi peygamberim olan, boris vian. fekat abidin, bilmelisin ki birşeyi koparmak için, ona dokunman gerekir...

ve işte buradayım, huzurunda. durma uzan bana.

5 Mart 2012 Pazartesi

babasız çocuklar korosu

Uçurum kenarında büyüyen ağaç gibidir babasız çocuklar. Uçurumun boşluğuna savrulucam diye bir türlü kök salamazlar hayata. Babasının sevgisi bir gölge gibi düşmezse insanın üzerine, deliksiz bir uyku yasaktır ona. Her sabah korkuya bulanmış bir kalple günaydın derler yaşama. Hani bazen uykunun arasında sıçrayıp da uyanırız ya, hayatın içinde de bir çok kez irkilir baba şefkatinden mahrum kalmış çocuklar. Ellerinden hep bir şeyler alınacakmış gibi yaşarlar, kaybetme korkusu bir deri gibi yapışmıştır üstlerine. Bu yüzden hazırlıksız yakalanırlar bütün sağanaklara. Üşümeleri bundandır. Çok sıkı tutarlar kendilerine uzanan eli. Bazen acıttıklarının farkına varmazlar. Bırakıp gitmesinden korkarlar o elin. Çünkü daha başlarken hayat çok şey çalmıştır onlardan.

Zamansız giden babayla, sevgisini hiç göstermeyen baba arasında pek fark yoktur aslında. İkisi de doldurulamaz boşluklar bırakır çocukların hayatında…