24 Temmuz 2011 Pazar

KAHVERENGİ

Bakışları, bakışlarımı kucaklasaydı o an, hiç değilse gözlerimiz sevgili olabilseydi böyle uzaktan ben yine de dünyayı affedebilirdim… Bakmadı…

Yorulmuştunuz, vazgeçmiştiniz, kırılana dek bükülmüş ama bu kez de hiç ummadığınız yerlerinizden kırılmıştınız. Hani kalpti, koldu, kafaydı, kemikti… Kırılır bunlar, kırılır… Kaynar yine kırılır ama yine kaynar yine kırılır… Ama…  

Bilmiyordunuz dudaklarınızın da kırılgan olduğunu, kirpiklerinizden hiç ummazdınız bunu. Teninizden, gözyaşlarınızdan… Avuç içi çizgilerinizden…

Kaybolmuştunuz bu savaşta. Hayaletiniz vücudunuzu terk etmişti de sanki, bedeniniz duruyordu burada… Kaybolduğunun bile ayrımında değildi henüz deriniz, elleriniz, gözleriniz… Duruyordu burada… Bedeniniz…

Ben, toprağın tenini soruyordum size. Siz hemen başucuma bir mezar konduruyordunuz. Gri, soğuk… Toprağın teni dedikçe ben, siz ölülerinizi alnından öpüp beni gömüyordunuz sonra…
Toprağın teni diyordum yine de ben. Susuyordunuz. Duruyordu bedeniniz… Orada!

Kahverengi…
Kahverengiydi toprağın teni. Bir çift iri ışık yansırdı orada… Bir çift ışık, sıcak, içime akar, erirdi… Kahverengi bir çift ışık, sıcak, içime akar, erirdim… Sizin gözleriniz kamaşırdı o bana baktıkça…

Duruyordunuz ama hala orada. Savaştaydınız. Kaybolmuştunuz. Ellerinizin gözlerinizin haberi yoktu, hayaletinizin vücudunuzu terk ettiğinden.

Griyi seviyor, Kahverengiyle arama Sırat’tan köprüler kuruyordunuz… Kıldan ince, kılıçtan keskindi ama sizin günahlarınız. Biriktiriyordunuz ille de benim cebimde, çocukluğumuzun çalınmış misketleri misali… Ama niçin ille de benim cebimde?

Sizi hiç affetmedim.