25 Temmuz 2011 Pazartesi

özledim...

durduk yere aklına düşsem mesela... ve elbet kalbine... "uyuyor musun" desen bana gecenin bu vaktinde. ıı ıı artık rüyalardan kaçıyorum, "uyumuyorum."

"nasılsın" desen sonra... iyi olan ne varsa seninle var. "iyi diilim"

"gel" desen bol l harfiyle yazılmış bir "gellllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll"

aslında her şey bu kadar basit ve bu kadar sade...

ben özledim.

24 Temmuz 2011 Pazar

AĞZI DOLUYKEN KONUŞAMAYAN SANATSEVER ŞAHSİYET

Günler sonra nazlı yarime kavuşup da sevinçle boynuna atıldığımda, boğazındaki ısırığı gördüm. Hatun nasıl bi renk cümbüşü yaratmış anlatamam. Pembeden yeşile ve sonra oradan mora sıcak geçişler yapmış minik dil ve diş darbeleriyle. Hele o köpek dişlerinin yarattığı morluk, renk skalasında yeni bir yer edinmeye aday. Resim sanatında renk ve armoni kurallarını yeniden yorumlamaya açabilecek nitelikte, başarılı bir çalışma söz konusuydu, takdir ettim, tezahürat yaptım, alkışladım. haygıyloğ heğ…heğildim hönün… "saygıyla eğildim önünde." hAğzom hdoluykehn konuşamoyorumh, kusurumoh bokmayun. Doha fozla dötayh vörürdüm ama hşimdi bu pipiyi borusan sörgü solonuna yötüştürmem görek. Bu da benöm sonatum!

yayyayyeeekokocamboooyayyayyyeee

teori

imkansız aşk sirayet edici bişiydir. Sanki biri, diğerinden karşılık alamadığı zaman aşkın dengesi ritmi bozuluyor. imkansızlık sarmaşık gibi yayılıyor. Domino taşları gibi. evet bu kadar. saygılar...

delibozuğun intihar mektubu...

Canım babacım. Evvela mahsus selam eder ellerinizden öperim. bana kızıcaksınız biliyorum. Neyse ki siz bana hiddetlenirken ben çoook uzaklarda olucam. Baba… Niye sizinle hiç yakın olamadık bilmiyorum. Hep korktum sizden. Siz sanki beni bi sevemediniz mi ne? Kısmet tabii. Lisedeyken buna çok üzülüyordum. Tanıdığım bütün kızlar babalarına aşıktı… Ben diildim. Niye? Belki de sorun bendedir…

Annem… gidişimi babamın Paristen getirdiği ayakkabılar gibi düşün. Hani vardı ya. Mavi, topuklu. Öyle. Sıkmıştı ayağımı, yara yapmıştı… Tereddütsüz kaldırıp atmıştım o şahane şeyleri. İşte benim için hayat tam da o mavi topuklu ayakkabılar gibi bi hal aldı. Fena vuruyor… Tabii buradan rahatlıkla benim bu dünyaya bir iki numara büyük geldiğim sonucuna da varabiliriz. Ve fakat ben haddimi bilirim. Sen beni böyle terbiye ettin. Bak yüzünü kara çıkarmıyorum…

Canım abim. Ben sanki hayatta en çok seni sevdim. Çevreye verdiğim hayalkırıklığı için özür dilerim…

Canım arkadaşım. O vefasız… Neresinden ölmüş diye sorucaktır sana. Rüyalarından dersin. Rüyalarından ölmüş ilk… 

"hatırlayarak yaşamak boynumuzun borcu ama ölürdüm unutmasam..."

Avutmaz artık beni hiçbir rüya…
Avutmaz bu koca İstanbul…
Martılar.
Dönüyorsa benden gayrı dönüyor dünya.
Unuttum hepsini unuttum.
Takvim yapraklarını…
Kolumdaki saatin ağırlığını…
Unuttum, vücudumda bir kolun varlığını.
-Sahi kol, ne işe yarar? Seni sonsuz saramadıktan sonra, bende kol ne arar?..
Can üstüne can, kor üstüne kor hatıralar…
Unuttum, cam önünde kurumuş bir sardunya kadar…

unutan...

Sizi sakladığım yerde unuttum. Bağışlayın. Kalbime diyorum, en son oraya koymamış mıydım sizi? Açtım kapadım mazinin çekmecelerini… Bir ömür aradım sizi… Dağılan takvim yapraklarını topladım da bir bir… Unutmaya alışırken buldum kendimi. Ve unutmak istemediğimi hatırladım… Hafızam gün günden zayıflıyor, kusuruma bakmayın. İsminiz?
Bir sızı… Şuramda. Yüzünüzü yanlış hatırlıyor olmalıyım. Gözlerinizin bitip de aşkın başladığı yeri… Ben sizi bir vakitler çok sevmiş olabilir miyim? Boyunuz diyordum diil mi, af edersiniz. Zihnim hayli dağınık şu sıralar… Boyunuz diyince bahçedeki selvinin dallarına kuşlar konuyordu, bakınız bundan eminim. Annem masal anlatırdı o ağacın altında. Annem masal anlatır mıydı bana? Sanki ben boyunuzun gölgesinde bütün masallara inanmıştım. Bakınız bundan da eminim. Anımsıyor musunuz sizde? Nasıldı?.. Bir varmıııış… Bir yokmuuuş…
Ben sizi evvel zaman içinde sevdiydim. Sanki Kaf dağının ardındaydınız. Kırk gün kırk gece…
Sahi ben sizi çok sevmiş miydim?


bi ihtimal daha var...

Belki başka türlü olsaydık seninle, başka bir takvimde karşılaşsaydık mesela… Başka bir iklimde açsaydık gözlerimizi birbirine… Başka bir masalda alsaydı dudaklarım bu emanet yangını dudaklarından…

ikimizin de ismi aşk ihtimaliydi. …aşk ihtilaliydi. Oysa bu ikibinonbir İstanbul’un da sen ve ben, yasaklanmış kitaplar gibi terk ediliyoruz tüm ihtimallerden…

O ihtimallerin kökünü kurutmalı diyorum. Alınyazımızı birleştiren bütün parşömenler yakılmalı, adımızın yan yana anıldığı o anlar…
o anlar darağacında sallandırılmalı.

hangi deniz… Hangi gökyüzü… Hangi martılar ve hangi İstanbul’sa bizi birbirimize getiren şimdi mahkum edilmeli hep gün batımına. Kara bir eylül gibi…

olur öyle a ca'nım

Ama ben sizi nasıl da kırılgan, nasıl da kendiliğinden…
Sessiz ve kimsesiz sevmiştim.
Mevsimlerden bahar, kuşlardan serçe, çiçeklerden papatya, renklerden beyazdınız…
Ben sizi içimde geç kalmış cümlelerin telaşıyla
ama merdivenleri üçer beşer tırmanmanın coşkusuyla sevmiştim…
Ama ben sizi son istasyonlar gibi sevmiştim…

nerden başlamalı unutmaya seni...

Kalp dediğin bilir imkansızlık şiirini.
Bilir de… ya gözlerim, en yaralı yerim benim.
Gözlerim gözlerinsiz kalınca ben sabahı nasıl ederim.
Kararmaz mı bütün dünya, bir ömür?
Ya nasıl öğretiyim sendeki imkansızlığımı ellerime…
Bir an bile kavuşamayan ellerimiz, nasıl da yıkmakta bunca şeyi, ne tuhaf…  
Oysa benim başım en çok senin göğsüne yakışırdı.
Başım ki tam omzuna yatmalıktı…
 Ben artık bu yetim başla hiç bir hayale ağlayamam artık seni…
Sonra boynum.
Ki dalından düşen bir yaprak.
Mevsimsiz sürgün yedim, senden ayrı bir ömre doğarak.
İnsan yalnız kalbiyle sevmez ki, unutmaya ilk ordan başlasın…
Unutmak kör kuyu… Unutmak dipsiz karanlık…
Ah Nerden başlamalı unutmaya seni, bilmem ki…
Senden başladım unutmaya kendimi desem ki;
Ne aşk ne imkansızlık, ne ayrılık…
olmak istemiş de olamamış bir erik sancısı bizimkisi…

hezimet...

parmakuçlarınızda yükselip, yıldızları toplayabileceğinize eminken siz,
ayak bileklerinize atılan jilettir hezimet...
pis bir gürültüyle sırtüstü düşersiniz.
ve gökyüzüne küsersiniz...

çocukken nasıl uyumak için koyun sayardıysanız,
şimdi de sonsuz uykuya dalabilmek için yıldızları sayarsınız.
düşüp de kaldığınız yerde... öylece...
onikimilyonsekizyüzüç... onikimilyonsekizyüzdört...

paramparçaa aaa aaaağğgh

Dilini bilmediğim bir ülkede gibiyim. Su gibi… Son otobüs saati gibi… İçimin nasıl yandığını anlatamıyorum. Sanki kayboldum…
Cüzdanım pasaportum kayıp. Sağım solum yok… Belki dövülmüşüm. Üstelik kan kusmuşum… Sanki koşmuşum kan ter içinde. Son anda adımımı atmışım da karaya, ayağımı bastığım toprak ayrılmış anakaradan… Huzurum, soluklandığım evim… herşey paramparça…

çeşitli sevdalanma biçimleri vardır, olabilir, normaldir

Bu sanki… kırılan bir bileğin üzerinde sek sek oynamak gibi… Şimdi ben bu yüreği nasıl aşikar edeyim. Ya sırrımı hangi aynalara dökeyim de, bana seni versin.

Adınla başlasam besmeleme bir kara dua dökülür dudaklarımdan. Lal olur dillerim, göğe kalkmaz ellerim de, utancımdan alnımı secdeye mühürlerim. Artık ne mümkün ikna olmak üç kuruşluk saadete.

Tanrı bana izin ver. Ver ki, sesi dahi kalmasın kulaklarımda. Bana izin ver. Ver ki silinsin soluğu hayalimden… Gözleri… Evvel onun gözleri… Ahir onun gözleri… Tanrı bana izin ver…

İmanla söylüyorum, bil! Sen ve ben ıslanıyorsak bu sağanakta, başka yüreklerde mutluluk yeşersin diyedir… bu yangın ikimize birden yeter... Ben yanarım da sen doğarsın (benim) küllerimden.
Belki dikiş tutmam… Belki kör olur uykularım… Ben belki hep susarım...
Ki susmak, bir sevdalanma biçimidir sevgili…
 

aihm dilekçesi:P

kayıtlara geçsin. Tüm kutsal kitaplara ve anayasalara eklensin… Bilinsin; aşığı hayal kırıklığına uğratmak bir insanlık suçudur! Bilinsin.

mum

Akşam en çok senin gözlerine mi iniyor bana mı öyle geliyor.
Ya da akşam duruyor da yerinde, gözlerin mi iniyor aklıma.
Sevdiğim ben şimdi sensizliğin tam ortasında…
Bir kibrit çakıyorum ikimiz için…
seninle aynı cehennemde yanmak için
Çoktan dinimi değiştirdim…

Oysa bir kanlı seraptı sen ve ben ihtimali…
Bir büyük günah…
Ben bir serap uğruna ömrümü çöl eyledim…

Suretimi sildim aynalardan, fotoğraflarımı terk ettim.
İhaneti öğrendim de geldim, vazgeçtim kanatlarımdan.
Sevdiğim ben şimdi sana karışıp yok olmak için…
Çoktan değiştirdim bir mumun kaderiyle kendiminkini.

Sevdiğim şimdi sana elimi tutmak yakışır, kalbini hazırla!




içli babanın şiiri

Çöl masalıdır ayrılık çocuğum.
kuma karışır, yol olur ayrılanlar çöle.
Kervanlar geçer heybeleri kahırla yüklü kervanlar,
Tepinir dururlar yüreklerinin hemen üstünde.
Aşk kocamaaaan eksilmektir çocuğum…
sen bunu upuzuuun trenler gibi düşün. trenler kadar
büüüsbüyük bir eksilmek.
Gırtlağında İbrahim’in bıçağıyla yaşar sevdalılar.
 -ama sen korkma, melekler var.
Ağrır birden, geri teper çocukluktan kalma yaralar.
 -bak senin dizlerinde, benim kalbimde aynı yara var.
 Tutamaz ayrılanlar hayatın rengarenk uçurtmasından. 
-ama sen sıkı tut. bırakma sevincin pamuk ipliğinin ucundan.

Aşk şu kadaaar ölmektir çocuğum.
-sen bunu gökyüzü gibi düşün. minareler, kuleler gibi, koooskocaman.
 Yekparedir insan, sevmezden evvel. tamdır,  eksilmemiştir henüz.
 -sen bunu çarşıdan aldığın nar gibi düşün. bir tane.
  eve gelince hani, bin tane.
Tane tane. gez göz arpacık ve tetik. ve parça parça…
O tekerlemedeki nara döner ayrılanların yüreği.
 -kan kırmızısı dökülmüş… Üstelik ömrü saçılmış.
Senin pencerene konan mini mini bir kuştur aşk, çocuğum.
-al yine de içeri. ama üşüme! ve sonra unutma,
Usul usul sızar sevdaya düşerken, ayrılığın da zehri. 
-sen bunu aynı anda bir havuzu dolduran iki ayrı musluk gibi düşün. yok. kapatma gözlerinin vanasını… Bırak yağsın bulutlar, izin ver fırtınaya…
Neredeymiş çocuğum, hanimiş Nuh?.. bak, asıl şimdi başlayan tufana!

pistt ilk harflerine baksana;)

Geç kalmış, yolunu şaşırmış bir serseri bulut dedimdi göğümü karartan
Esmer bir imkansızlıkmış meğer… Geçmezmiş. Bilemedimdi.
Lal bir masal sen ve ben ihtimali; dilsizlerin elleriyle gözsüzlere anlattığı…

Aşk, santim santim budanmakmış gençliğinden, çarçabuk öğrendimdi…
Ruhumu patlatan bir sevdanın fitilini şuracıkta çektimdi.
Tam şuracıkta, insanların ömür dediği yerde.
Ilık ılık akıyorsa damarlarım şimdi sana, hayra yorma!
Kavuşmadan kapanmaz göğsümdeki bu yara.

Zafer Kazandığını Sanan “hökela” Komutan Edaları… şukela komutan da diyebiliriz yahut nutella komutan

Karşımda bir beyaz aklık… Ben ona bakmada, o bana bakmada… Gözlerimi almada… Gözlerim kamaşmada… Diyor ki yukarıdaki; yepisyeni tertemiz bisbir sapsayfa ipişte enönündeki… Basbaştan yapyaz… Diyorum ki ezberim bozuldu, kolaysa kendin yaz. Diyor ki, aynı su da iki kere yıkanılmaz… Bence de, bittabi, elbette, katılıyorum, hemfikiriz, haklısınız sonuna kadar, lafı ağzımdan aldınız, benden çok yaşıycaksınız…

Karşımda çöp kutusunda buruşturulmuş, tortop edilmiş bir beyaz kağıt… Hala bana bakmada, bu kez gözlerim bana kalmada, gözlerimi alamamada… Ve Cebrail olaya hakem duyarlığıyla yaklaşmada, vererek kutsal soluğunu boynunda asılı duran madalyonuna –yıllardır kandırmışlar bizi, madalyonun öteki yüzü bildiğin düdükmüş meğer, düdük- “düüütt… üç sayı” derken bir başka beyaz kağıt, tortoooppp ve baskeeet ve düütt ve üç sayııı… Sevgiii… Tribünler beni alkışlamada… “Sevgiii sen bizim her şeyimizsiiiin. Çağla Şıkel seniiin tostunuuu yesiiin” Oluur… Ben domates ve zeytinle daha iyi giderim, yanıma not düşünüz lütfen. Ve muhakkak soğuk servis ediniz…

Karşımda kapıcı… Elinde çöp poşeti, içinde tortop edilmiş beyaz kağıtlar… Reddedilmiş yeniden başlama şanscımcıkları… hepsini toplayınca Şans topundan büyük ikramiye vuruyormuş meğer... Ben kadere rüşvet veren ibişlerden olmuycam. Gözlerim bana lazım…

Bana verdiklerini çiğnedikten sonra yutmadım, dilimin altında sakladım… Tükürdüm seni ey hayat! Ey kızıltopuzkafalı Ayşe Teyze beyazlığı… Ama neden, bu leke hiç çıkmıyor?

korunak

bilinçaltı baş belasıdır...
bilinçaltı acıtır...
Kahvaltı için annem sahanda yumurta yapmış. yumurtanın akında, akıyla sarısını birbirine bağlayan o rakı beyazı iğrenç ve sümüksü kordonda, kırmızı küçük benekler bana bakmış sırıtıyorlar. gülmek bu aptal kan pıhtılarına -ben onlara civciv oluşumu diyorum- yakışmıyor kesinlikle yakışmıyor. tiksinmek değil bu sadece öfke, "olmamış olan"a öfke... Bağırarak kalkıyorum yerimden, annemi hırpalamaya başlıyorum "sen de beni bu zavallı civcivcikler gibi yem ettin aleme, meze ettin!" Öfkelendiğim ya da mutsuz olduğum zamanlarda arabeskleşiyorum, orhan baba'dan teselli dileniyorum. ama geçicek, çaba gösteriyorum ve azimliyim. bilirsiniz işte istemek başarmanın yarısıdır. "al beni... ve bir daha sakın doğurma!" Annemi yere yatırıp, bacaklarını açmaya çalışıyorum. yaşına başına bakmadan direniyor, üstelik bana biricik oğluna. ne analar var ya rabbim! nerde o eski fedakar cefakar analar? benimkine bakın hele, düpedüz isyankar. suratında patlayan yumruğumla birlikte anneme düşler aleminin en güzel kapısını açıyorum. onu çok seviyorum. mutlu olsun istiyorum, biliyorum ki onu mutsuz ediyorum... bazen bana "seni doğuracağıma taş doğursaydım keşke" dediği oluyor. bana karşı kurduğu en güzel cümle bu, annemin. çünkü evet eğer bir taş olsaydım -küçük kıvılcımlar saçan bir taş olmayı tercih ederdim, çakmak taşı mesela ya da burney moloztaş- hiç birşey hissetmezdim. tüm acılarımın kaynağı bu, hissetmek... gelişen teknolojiden umutluyum. bir gün duygular için derin dondurucı yapıcaklar. "duygularınız için derin dondurucu... dırınınım. hissetmezsiniz ve güvendesiniz. dırınınım... üstelik kredi kartına 6 taksit"... hayal kırıklığı... annemin geniş kalçalarına rağmen ilk evime dönmekte hayli zorlanıyorum... bu kırılan kemik sesleri hangimize ait bilmiyorum, ruhum öyle acıyor ki, bileklerimi kesseniz anlamam... göz kapaklarım ağırlaşıyor, kirpiklerim birbirine yapışıyor. ılık ve kaygan bir sıvı ağzıma burnuma doluyor. tatlımsı, sevimli bir kokusu var. tadındaki tuzu algılayabiliyorum... kanın duyularımı bu denli harekete geçirebileceğini tahmin bile edemezdim... her yer kırmızı, her yer gelincik... annem eli kanlı sapık bir katil tarafından önce öldürülmüş sonra da tecavüze uğramış bir kurban gibi yatıyor mutfağın orta yerinde. hımmm iyi bir polisiye çıkabilir bundan yahut korku filmi... sever misiniz korku filmlerini? ben çok eğlenirim. şiddetin dozu arttıkça gülünçleşen filmler, enteresan bir yapıları var. grotesk demek daha mı uygun?.. en çok da -hani çoğunlukla öyle olur- detektifin cinayetin nasıl işlendiğini en ince detayına kadar abartılı bir şekilde anlattığı ve anlam ürettiği sahnelerden hoşlanırım;
-önce kulağını kesip maktule yedirmiş. ardından göğüs uçlarını bir cerrah inceliğinde düzgünce kesmiş ve onlarla misket oynamış... anlaşılan çocukluğuna dönmeye çalışmış...
-hımmm... ne varsa o çocuklukta saklı, misketle ilgili bir travması var!
-kulak için ne diyorsun peki?
-van gogh!
-lanet olsun dostum bu kadar klişe olmamalı, belki de kurbanı sırrını duyamasın diye yaptı bunu, belki de sesini duyuramadıklarına karşı bir öfke içindeydi, "beni duymuyorsunuz o zaman bu kulaklar için boşuna vergi ödemeyin" ne dersin?

vs... vs...
öfkeyle bağırmaya başladım oturduğum yerden. "bu eve bir daha yumurta girmeyecek" annem soruyor "misket mi oynamak istiyorsun?" ben birşey mi dedim. yumurtayı görünce şeytan görmüşe dönmüşüm, öylece kalakalmışım... yumurtayı çöpe döküp benim için tost hazırlamaya başlıyor annem. hayatta öğrendiği en önemli şey, benimle tartışılmaması gerektiği. ya da beni gerçekten tartışmaya değer bulmuyor... Kim bilir... Annem benimle ne halt edeceğini düşünürken ben, o kadını düşünüyorum. bir haftalık bebeğini boğarak öldüren kadın. gazetedeki fotoğrafında gülümsüyordu. yüzü huzurluydu. haber başlığı malumunuz "cani anne"
cani anne...
kucağında bebeğiyle, telaşla çıktı hastaneden. tedirgindi. deli gibi korkuyordu... Etrafına bakındı, bebeğini sıkıca bastırdı göğsüne. öyle ki bebek, boğulabilirdi... Tiz bir çığlık attı da kurtuldu, geldiği o boşluğa dönüp orada öylece asılı kalmaktan. kadın, plakasını aldığı ilk taksiye bindi. gözü taksicideydi. şoförün sigara içmesine izin vermedi. Takip edildiklerinin farkındaydı. peşlerindeki siyah araba sağa çekti ve takibi yeşil renkli bir başka araba devraldı. kadın soğuk kanlı olmak ve durumu şoföre hissettirmemek zorundaydı. adam paniğe kapılabilirdi. allah muhafaza bir tırın altında kalabilirlerdi ya da bomba yüklü bir kamyonla çarpışabilirlerdi... pek çok ara sokağa girip çıktılar. genelde tek yönlü caddelerden ve kavşaklardan geçtiler. varılacak en uzun mesafe ve zamanda vardılar eve... kadın takibi atlatmış olmanın verdiği huzurla girdi evine. kapıyı kilitledi. odaları tek tek dolaştı. "temiz" Perdeleri çekti. tüm bunları yaparken bebeği kucağındaydı. ağırlaşan yorulan kollarının imdadına "ana kucağı" yetişti. kanguru kesesini andıran basit bir mekanizmaydı bu ve sayesinde bebeğini bir an bile ayırmayacaktı yanından. evini temizlemeye başladı, zaten hastaneye yatmadan önce, daha dün temizlenmişti ev ama ortalıkta tek bir toz zerreciği dahi olsun istemiyordu... bebek ağlamaya başladı, belli ki acıkmıştı. göğüslerini gazlı bezle sildi ve emzirmeye başladı. telefon çaldı. kadın panikledi. ne yapacağını bilemez halde ortalıkta dolaştı bir süre. telefon ısrarla çalmaya devam etti. kucağında bebeği olduğu halde bir gayret, çekti kopardı telefonun kablosunu. ses kesilince rahatladı. kanepeye oturdu, televizyonu açtı. küçük bir Afgan kızı ağız dolusu bağırıyordu insanlığa "UTANIN! UTANIN!" Kanalı değiştirdi hemen. Bebeğinin yüzünü göğüslerine çevirdi, elleriyle de kulaklarını kapadı. bir başka haber bülteninde çocuk pornosu pazarlayan bir çeteden bahsediliyordu. yine kanalı değiştirdi. maskeli bir adam elinde testereyle, gözü bağlı bir adama yaklaşıyor bir yandan da şekspir gibi, büyük büyük laflar ediyordu. kadın televizyonu kapadı, fişini çekti. ekranını da duvara çevirdi... birden bebeğiyle gözgöze geldi. öyle güzel öyle sevimliydi ki... bugün dünyayı bu hale getiren insanların bir zamanlar bu kadar küçük bu kadar korunmasız ve bu kadar masum olmuş olabileceklerine inanamadı. hayır hayır, onlar hiç bir zaman doğmadılar, bebek olmadılar, çocuklukları yoktu. öyle mantar gibi kötü adamlar olarak birden bitiverdiler hayatlarımızın ortasına. aksi mümkün değildi... bebeğini öpüp koklamak istedi. banyoya gitti, yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı ve öyle öpmeye başladı. onu sardıkça, ne kadar küçük ve korunmasız olduğunu hissediyordu. ağlamaya başladı. bebek minicikti, çaresizdi ve dünyanın en güzel şeyiydi... kokusunu hissetti, onu solumaya başladı. tamamen içine çekmek istiyordu bebeğini. küçük burnunu yüzünü öpmeye başladı yeniden. ellerini ağzına aldı, yutmaya çalışır gibiydi. bir yandan da ağlıyordu. bebek de ona eşlik ediyordu. öğürünce kendine geldi, toparlanmaya çalıştı...
en iyisi uyumak... uyumak ve belki bu kabustan uyanmak, tüm bunların kabus olabileceği ihtimaliyle başını yastığa koymak. hamileyken aldığı masal kitaplarından bir tanesini seçti. "hansel ve gratel" yatak odasına gidip odayı kontrol etti, camların açık olup olmadığına yatağın altına, giysi dolabına baktı. oda temizdi! bebeği ana kucağında olduğu halde uzandı yatağına ve okumaya başladı... kurbağa prens, kadını kollarından keserek bebeğinden ayırmaya çalışıyordu çünkü hansel ve gratel kardeşler bebeği fırına atmak istiyordu. avcı da onlara yardım ediyordu. üvey anne ferman vermişti, bebeğin kalbinden güzellik maskesi yapılacaktı. meclis gündeminde kadının bebeğinden güzellik maskesi mi, bisküvi mi yapılacağı tartışması vardı. muhalifler çiğ köfte yapılması konusunda ısrarcıyken iktidar onları yine dikkate almamış, meclis tavanındaki çiğ köfte artıklarıyla yetinmelerini istemişti. ve tüm bunların yaşandığı dünya, rapunzel'in saçlarıydı. o taradıkça saçlarını, kadın bebeğinden biraz daha biraz daha uzaklaşıyordu... bebek ağlıyordu, birden ses kesildi... Dünyanın öbür ucuna gitti sandı kadın. kan ter içinde uyandı ve acıkan bebeğini -göğüslerini önce gazlı bezle temizlemek suretiyle- doyurdu.
kapı çaldı. korkuyla kalktı yerinden. bir süre kapı önünde durdu, dinledi. biri ya da birileri ısrarla zili çalıyor ve hiç ses çıkarmıyorlardı. dürbünden baksa?.. ya dürbünden ateş ederlerse? kurşun tam gözüne isabet edecek, beynini parçalayacak ve kafatasının arkasından çıkacak... Ardından bebeği ellerine geçirecekler ve kim bilir, ne yapacaklar... neyse ki kapı ardındaki kişi ya da kişiler evde kimse olmadığı kanaatine varıp gittiler. kadın usul adımlarla odaya girdi, kapısını kapadı. odada bir sinek vardı. vızıldıyor, oradan oraya konuyordu. hastalık evin içinde pervasızca kol geziyordu... Sineğin peşine düştü ama yakalayamadı. sinek ilacı sıksa bebek zarar görebilirdi. bu oda artık güvenli değildi. diğer odaya geçti. burayı da kontrol etti, temizdi. kapıyı kapadı kilitledi. Yine o ses. Vızzzz... İçeriden geliyor diye düşündü... birden dehşet içinde çığlık attı. gözleri yerinden fırlayacaktı sanki. bebeğin burnundan kara bir leke havalandı. kadının çığlığıyla birlikte bebek de ağlamaya başladı. birini ağlarken görünce dayanamaz ağlardı kadın ki ağlayan bu kez bebeğiydi. kadın da ağlamaya başladı. bir yandan da odanın içinde sineği kovalıyordu. masayı devirdi, sandalyeyi kırdı ama bir türlü yakalayamadı o küçük kara casusu. hemen odadan çıktı. bebeğinin üstünü başını değiştirdi, sineğin konduğu burnunu temizledi. korku içinde kanepenin bir köşesine sindi. elini kolunu havada savurarak sineği bebekten uzak tutmaya çalışıyordu. paniklememesi, soğuk kanlı olması gerekliydi. derin bir nefes aldı. yerinden kalktı banyoya gitti. o sinir bozucu ses de peşinden. vızzz... Kovaya su doldurdu. dirseğiyle suyun sıcaklığını kontrol etti. Mutfağa geçti, şeffaf bir poşeti iyice yıkadı. dolaptan vitamin haplarını alarak banyoya döndü. hapları suya atıp karıştırdı. suyu poşetin içine aktardı. bebeğini "ana kucağı"nın altından yavaşça kaydırarak su dolu poşetin içine bıraktı. poşetin ağzını sıkıca bağladı ve çıktı banyodan. odaya geldi. ses de peşinden. vızzz... elini karnında gezdirdi gülümseyerek... diz kapaklarını göğüs hizasına kadar çekip kanepeye uzandı, cani anne!

ayaküstü kendini becerten karılar gibi, durduğum yerde öyküler kurarken ben, bana tost hazırladığı için mi cani oluyormuş annem, soruyor... ne diyim ki ben sana daha...

yetiştirilme tarzımızda suç, bir daha elma şekerimizi kimseyle paylaşmayalımmm...

Bazen yıkmak iyidir. Yangınlara yalınayak dalmak bazen… Dibi görmeye çalışmak, kaybolmak, yabancılaşmak… Eğer hayatınızda en az bir kez elinize geçeni kırıp dağıttıysanız, annenizin hediyesi küçük bibloyu, kız kardeşinizin hediyesi kupanızı, sevdiğinizin aldığı saksıyı, camı çerçeveyi, mutfak tezgahını… Bilirsiniz yıkıcılığın ne tanrısal bir eylem olduğunu… Rahatlatmaz, aksine daha da hırçınlaştırır, daha da yıkma isteği duyarsınız, hani mümkün olsa dünyayı başınıza yıkacaksınızdır…

İyidir yıkmak… Yıkıntıların arasında kaybolmak… Görürsünüz, kırıp döktüklerinizle nasıl da benzeştiğinizi, nasıl da aynı olduğunuzu… Kupa sapından, ağzı gözü yer değiştirmiş çerçeveden, tuzla buz olmuş camdan bir farkınız yoktur aslında, unufaksınızdır… Bu yüzden size kötülük edenlere karşı öfkeyle karışık bir hayranlık beslersiniz… Aferin ulan… Gülümsemek, delirmemek için bulduğunuz basit bir yoldur…

Sonra umut adlı bir minicik kuş, onarmaya çalışır sizi… Gagasıyla toplar sağa sola dağılan parçalarınızı, birleştirir ve ayağa kaldırır… Ekmek kırıntısı toplar gibi toplar sizi öyle yaşamsal öyle ilahi…

Sonra ağaçtaki kedi iner bukalemun uykusundan. Bin yıldır beklemektedir orada, pusuda… Umudunuzu öldürür… Öldürsün… Pandora’yla aranız iyidir, her defasında bir umutcuk kuşu daha havalanır kutunun kuytusundan, sizin için…

Sonra bir gün yeter ama dersiniz. Bir kısırdöngü bu, yeter… Kalsın umutcuk kuşu kafesinde, kalsın kedi saklandığı yerde. Anneniz ona sizin adınıza her sabah süt verir, o kalsın yeter, yerinde… İhanet etmesin size. Ama hainlerin garip bir mayası vardır. Kabardı mı açgözlü kursakları, bir daha inmez. Hainliğin doymak bilmez bir doğası vardır. hep dahasını isterler, daha fazla ihanet, herkese ihanet. yaşamlarını anlamdıran tek şey budur. ihanet... Bilirsiniz bunları, ezbere bilirsiniz işte tehlikenin nereden geleceğini… Ama körlüğü seçersiniz, bilmiyormuş gibi davranmayı… Aksi halde utanırsınız insanlığınızdan, içiniz kabullenemez bir türlü hayatınıza soktuğunuz insan denilen mahlukatın böyle korkunç böyle çiğ olabileceğini… körlük… belki de ömrünüz boyunca yapacağınız en büyük iyiliktir kendinize, kendinizden olanlara… Kendinizden olduğunu sandıklarınıza… Ya da en büyük kötülük... Ama illa ki kendinize...

Sonra… Sanırlar ki, kör nasıl olsa istediğimiz kadar mil çekebiliriz gözlerine… İstediğimiz kadar dil çıkarıp, nanik yapabiliriz. Görmüyor nasılsa… İşte burada tam da burada içinizdeki yıkma güdüsü, her şeyi tepetaklak etmenin dayanılmaz şiddeti ele geçirir sizi… Kırıp döker gibi değil, sevip koklar gibi, bıçakla okşar gibi… Gözbebeklerine tükürür gibi…

Be heyyy sarayımın zavallı soytarıları… Be heyttt açgözlü, beceriksiz arkadan işçeviriciler. Size benzememek için köşemde seyreyliyorum aleminizi, körler gibi… Gördükçe ihanetinizi akbabalar pike yapıyor ciğerimde, aldığınız her solukta benim içimden parçalar kopuyor, size dairlerim kopuyor haberiniz var mı???

Aynaya baktım az önce… Bugün bütün gün ve hep az önce aynaya baktım. Sizin gibi bakabilme provası yapıyorum, ezber ediyorum leş cümlelerinizi… Çocukluğumdan beri iyi bir taklit yeteneğim vardır. Az sonradan tezi yok, sizi taklit etmeye başlayacağım, şimdiden tezi yok sarılıp öpeceğim, sayenizde gölge eksik olmayan gözlerimi… Vedalaşacağım… Şiirdeki gibi “şimdi iyi niyetlerimi bir bir yargılayıp asıyorum” buyurun cenaze namazına...

Siz gözlerinizin bir kartal kadar keskin olduğunu iddia ediyorsunuz. Günün birinde bir kartal da gördüklerinin kendini yanıltmasının ne menem bir şey olduğunu anlayacaktır. hem de kuzu sandığı avına yaklaştığı, pençelerini postuna geçirdiği anda... anlayacaktır; kuzu postunun altında, vejeteryan olmak için uğraşan ama bir türlü rahat bırakılmayan bir kurt olduğunu. kurdun sivri dişleri boynunu alırken okuyacaksınız kartalın ama öyle çaresiz gözlerinden yanılmanın "son" demek olduğunu... Tecrübelerimi akıtmak gibi bilge bir yanım da vardır benim… Size bu bilgeliği yapacağım. Ve ne biliyor musunuz, atomlarına bölünmüş bir biblonun ruhunun nasıl da acıdığını öğreneceksiniz… Bilmek insanı özgürleştirir. Sizi özgürleştireceğim eyyy sarayımın kıçıkırıksoytarıları… Ve hep olduğu gibi yine, bir kez daha hep bir kez daha olduğu gibi bana teşekkür borçlusunuz…

nerdeee o eski intiharlar

“Hayat düşünenler için komik, hissedenler için trajiktir”
‘senin içinse trajikomik…’


1 NO’LU İNTİHAR MEKTUBU…

“Annem, dünya güzelim, ilk evim benim… Bazı insanlar baştan yanlıştır. Doğmaları bile hatadır o insanların. Kabul etmek gerekir ki bende onlardanım. Baştan yanlış olan, doğması yeryüzüne gelmesi hata olan küçük insanlardan… Belli ki bu yüzden yaşam hep ne istersem tam da tersini veriyor bana. Belki beklentilerim konusunda haddimi aştım da bunun hayal kırıklığı yaşadığım, bilmiyorum… Düşünsene dünyayı kurtarmak için sahneye çıktığını sanıyorsun, bu oyunun kahramanı sensin… Sonra basit bir figüran olduğunu öğreniyorsun, hem de sadece kalabalık sahnelerde, hem de rabarban bile yok… Ben… Kaldıramıyorum… Tökezledim… Gerçekten üzgünüm. Ve teşekkür ediyorum sana annem olduğun, beni herkesten çok sevdiğin ve tek sevenim olduğun için… Hoşçakal”

Üç gündür düzenli olarak bileklerimi kesiyor ve uyuyorum. Sabahları uyanıp da hala yaşıyor olduğumu görmek sinirlerimi bozuyor. ‘ T bölgen yağlanıyor, sivilcelerin azıyor, selülitlerin artıyor, G noktan köreliyor…’ Dün gece bileklerimde kesebileceğim son yerleri de kestim, yardımcı olsun diye anti depresanlarımın tamamını da içtim birkaç şişe ucuz şarap eşliğinde ‘de bana mısın demedin. Ah sen ne domuzsun domuz! Bünye sağlam tabii’ Kanım çabucak pıhtılaşıyor. Ellerimi açıp kapıyorum, bileklerime masaj yapıyorum pıhtılaşmayı engellemek için, olmuyor. ‘Olmuyor. Olmuyor. Kes!’ Bıçaklasam kendimi… ‘Bıçak derinin altına girince… bir an kısacık bir an soluksuz kalma duygusu, o acı korkutuyor seni. Yapamazsın. Oysa bıçak acıtmaz, ağrıtır. Bilmiyorsun.’ Yapamayacağımı bile bile her gün banyo yapıyorum, sevdiğim elbiselerimi giyinip makyajımı yapıyorum ve başlıyorum törene. Elimde içkim yanı başımda et bıçağı. Derim öyle gergin. Karın boşluğuma saplasam bir an tüm cesaretimi toplayıp… ‘midene gelirse bıçak, mide asitlerin dağılacak, diğer organlarını da yakacak belki asitler, pis pis kokacaksın. Boşuna mı banyo yaptın?!’ Rezalet. İğrenç. En uygun yer karaciğerim. ‘hem komaya da girersin’


2 NO’LU İNTİHAR MEKTUBU…

“Çünkü…
seni sevdim. Annemden sonra bir tek sen vardın ve başka da kimsem yoktu. Kimsecikleri de istememiştim zaten.
sen sadece sevdiğim adam değildin. Her şeyimdin.
bir gün çok hastayken, ümidimi yitirmişken her şeyden, başıma iyi bir şeyin gelmesini dilemiştim. Sen çıkıverdin karşıma.
seninle sevişirken gözlerimi kapadığımda yemyeşil bir ovada yürüyordum yalınayak. Çam kokusu yayıyordu tenin ve yağmur yağıyordu. Aklımda hep annem vardı.
bir çocuğumuz olacaktı… Şimdi hiç kimsenin gücü yetmez boşlukta asılı kalan, can çekişen ruhumu da kürtaj etmeye.
artık gözlerim açık sevişiyordum. Çam kokusu olağandı ve yağmur dinsin istiyordum. Aklımda yine annem vardı.
birlikte olduğumuz tüm o yıllar boyunca aslında canımı yakmak, beni benden almak ve içimden başka birini çıkarmak dışında hiçbir şey yapmadın, şimdi anlıyorum. Ve artık “ben” olamıyorum.
seni tanıdığım güne, seni sevmişliğime, seninle yaşamışlığıma lanet okuyorum.
beni karanlığın ortasında bıraktın, çaresiz. Sımsıkı yumdum gözlerimi ve gelip ışığım olmanı bekliyorum.
gelmeyeceğini biliyorum.
kapına gelip seni sevdiğimi söylemek istemiyorum. Artık köpekleşmek istemiyorum.
sana gelirsem beni kabul edeceğini biliyorum. Ama benim yaralarım geç iyileşir, sen de çabalamazsın zaten beni iyi etmeye.
seni özlüyorum.
birlikte yaptığımız hiçbir şeyi tek başıma yapamıyorum.
biz seninle birlikte nefes alıyorduk, sinemaya gidiyor, kitap okuyorduk. Sarhoş oluncaya kadar içiyor, konuşuyor, oyunlar oynuyorduk. El ele keşfediyorduk tüm anlamları, doğmamış bebeğimizin yaşamı keşfetmesi gibi. Öyle açtık ve bir o kadar heyecanlı, korkak…
anılardan, anımsamaktan nefret ediyorum. Gözümü telefona dikip saatler boyu aramanı beklemekten nefret ediyorum. Karşılaşabilmemiz için ‘tesadüf’ yaratmaya çalışmaktan nefret ediyorum. Tüm o ‘tesadüf’lerde mutluymuş gibi görünmekten, fahişeler gibi abartı kahkaha efektlerimden nefret ediyorum. Tüm güzel ve yalnız kadınlardan nefret ediyorum. Tüm güzel ve yalnız kadınlardan nefret etmekten de nefret ediyorum. Seni düşünmekten, ‘sen duygusu’ndan nefret ediyorum.
rüyamda o esmer kadınla gittin. Ben ağladım siz güldünüz. Sana bir elma verdim ve sen o elmayı ısırıp cebine koydun. Sonra o esmer, uzun saçlı, yüzünü göremediğim ama güzel olduğundan emin olduğum kadınla gittin.
cebindeki elma çürümeye yüz tutmuştu.
bacaklarımın arasındaki küçük, ıslak et parçasını suratına fırlatmak istiyorum.
ağzının içine avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Cümlesiz. Kelimesiz. Öylece. Tiz!
yaşam tüm karmaşasıyla sürüyor. İnsanlar telaşla bir yerlere gidip geliyorlar. Güzel şarkılar besteleniyor, iyi kitaplar da yazılıyor bazen. Her gün sıcak ekmek çıkarıyor karşıdaki fırın. Çoğu önce kendi evinin önünü temizlemeyi öğrendi bile. Ama ben dokunamıyorum hiçbir şeye. Şu yağmurlar da olmasa hani, puslanmasa camım her soluk alıp verişimde farkında değilim hayatın, başkalarının. Bir tek ben varım yeryüzünde bir tek ben ve acım…
küçük aptalca şeyler bile beni yaralamaya yetiyor. Bu duyguyla yaşamak istemiyorum.
Cipralex’lerim yetmiyor beni dinginleştirmeye. Sadece uyutuyor. Sersemletiyor ve ben böyle anlarda neyi ne yapacağımı bilmiyorum. Ellerim kollarım öyle fazla öyle çok benden değil ki, neyi nereye koyacağımı, neyi nasıl taşıyacağımı bile bilmiyorum.
önceki gece kutunun tamamını içtim. Birkaç gün boyunca hiç uyanmamak için. Ben yatağımda yatıyordum ve sen de hemen yanı başımdaydın. Konuştuk uzun uzun. İkimizde ne kadar üzgün olduğumuzdan bahsettik. Bir ara annem girip çıktı odaya. Sonra ev arkadaşım geldi, büyü bozuldu. Gerçek yeniden kanırtmaya ve kanatmaya başladı beni. Yine de seni gördüğümden ve konuştuğumuzdan eminim. Kesinlikle rüya değildi bu!
bana bir insanın yeryüzünde yapabileceği en büyük kötülüğü yaptın.
beni sensiz bıraktın!
Çünkü…
sadece seni incitmek istiyorum. İlk kez benimle ilgili olarak suçluluk duymanı ve hayatın boyunca bu duyguyla yaşamanı istiyorum. Hepsi bu!.. Tüm vazgeçişlerimin sorumlusu sensin, bunu asla unutma!”

İnsanım sonuçta benim de korkularım var. Korkuyorum işte bıçaktan n’apıyım. ‘yutkunamıyor musun? Yazık!’ Kendimi asmayı denedim. Boynum, boğazım öyle ağrıyor. Ampulün hemen yanındaki çengele bağladım ipi. ‘sıkıca’ Her şey gayet normal görünüyordu oysa. Boğazıma geçirdim ve altımdaki sandalyeyi devirdim. ‘sandalye devrilir devrilmez bütün vücudun sıtmaya tutulmuş gibi, istem dışı olarak tir tir titredi. Derken sen kıç üstü. Hahaha… salak şey’ Vallahi isteyerek olmadı. Tüm olumsuzluklar beni buluyor. Yaşam ben ne istersem tam tersini veriyor derken kastettiğim şey buydu. Sanırım anlaşıldım… Düşerken başımı bir yere çarpmış olacağım, beynim zonkluyor. ‘Çarpmadın’



3 NO’LU İNTİHAR MEKTUBU…

“Tüm hayallerim suya düştü, suyu inek içti… İneği aramaya başladım, dağa kaçmış… Dağa çıkayım madem dedim, bir de baktım ki dağ çoktan yanmış bitmiş kül olmuş… Oturdum küllerimin ortasına, kanımı içmeye başladım. Ama ne içme… Evet, işin aslı alkolik olmamak için gidiyorum!”

Bugün tüm Türkiye beni tanıyor, ünlü oldum. ‘Olayı bütün televizyon kanalları verdi.’ Kızılay’a gittim. Çevik kuvvet panzerlerinin olduğu yere. ‘Seni canlı bomba sanıp vursunlar diye’ Kollarımı iki yana açtım bekliyorum. ‘Polis dur dedi.’ Nerden biliyorsun? ‘Müneccim boku yedim oradan biliyorum’ Neyse, ben olduğum yerde öylece duruyorum. Havaya iki el ateş etti biri. ‘İhtar ateşi. Havaya sıkacağına karşına sıksana be adam.’ Ben kılımı bile kıpırdatmadan bekliyorum. Sonra nasıl oldu anlayamadım. Bir polis üzerime atladı. ‘Kahraman şahsiyet. Çok yanlış. Ya sen gerçekten canlı bomba filan olsaydın, ne olacaktı? Düşüncesizlik işte. Eğitim şart!’ Beni yere yatırıp, ellerimi arkadan kelepçelediler. Derken bomba imha uzmanları geldi. Bana, sonrasında içi boş çıkan şüpheli paket muamelesi yaptılar. ‘Bari fünyeyle patlatıp etkisiz hale getirselerdi ya’ Onu da yapmadılar. ‘Götürdüler merkeze’ Öyle, gittim gördüm merkezi... Neden sonra, kaçık olduğum kanaatine varıp, serbest bıraktılar beni. ‘Sarhoş olduğunu anlamaları için dayak mı yemen gerekiyormuş yani?’ Ben de tam onu söyleyecektim. Hiç gerek yoktu. Sorsalardı söylerdim. Ama bilmediğim onlarca sorunun ardından bunu da bilemeyeceğimi düşünüp zahmet etmediler sanıyorum. Yani hayır ne bileyim, genel kültür soruları sorsalar, ne bileyim gündem de sorabilirlerdi, hatta havuz problemi filan, vallahi çatır çatır, sıfır yanlış cevaplardım. O kadar sorunun arasında hiç mi birini bilmez insan, ben bilemedim. Çok utandım… Eksik hissettim… “Neyse takma kafana. Geçti gitti işte…”

4 NO’LU İNTİHAR MEKTUBU…

“Şu dünyada var olduğum sürece bulduğum, bildiğim bir şeyler var sanıyordum. Peygamber gibi hissediyordum, acıyı gözlerinden yaladığımda… Bir sabah uyandığımda bildiğim hiçbir şey olmadığını ve aslında hiçbir bok olmadığımı fark ettim… Her şey yanlıştı. Ya da tüm o doğrular içinde tek yanlış bendim… İçim öyle boş, bağırsan hani yankısı bile yok… öyle boşluk içim. Ben… Bitsin istiyorum sadece, dinsin…”

“Eee madem, kendini, kendi içindeki boşluğa atıp intihar etsen ya” Dibi görmeme ihtimalim yüksek o boşlukta, içim bildiğin gayya kuyusu… “Hımm… Dibe vurduğunu, yere çakıldığını duymazsak, öldüğünden emin olamayız. Hem sakat kalma ihtimalin de var” Eledik bu seçeneği.

Basit bir makine tasarladım. Okullarda hepimizin öğrendiği cinsten. Yatağımın üzerine iplerle üç tane bıçak gerdim. İpin bir ucunu parmağıma bir ucunu da ayağıma bağlıyorum. Mekanizmanın altına dümdüz uzandığım zaman bıçaklardan biri boğazıma, biri göğsüme, biri de karaciğerime denk geliyor. ‘Böylece sen cesaret edemesen bile uykun esnasında kımıldadığında mekanizma çalışacak. Harikasın.’ Evet. Tanıdığım çoğu insan zeki bulurdu beni, bugün onlara hak veriyorum… “Evet ilk kez ben de hak veriyorum, o yalakalara… Neyse hadi uzan şöyle…” Tamam mı, nasıl görünüyorum? Ophellia gibi olmalıyım. “Daha da güzelsin… Vazgeçmek istesen bile bu iplerden, gövdenin üzerinde giyotin gibi sallanan bu bıçaklardan tek başına kurtulman imkansız. Artık bitti bu iş, bu kez başaracaksın!” Teşekkür ederim… “Hadi uyu artık…”


1 NO’LU İNTİHAR NOTU…

“Hepinize bol şans!’

Günlerdir burada böylece put gibi yatıyorum. Hareket edemiyorum. Korkuyorum. Gözüme gram uyku girmedi. Kimse de arayıp sormadı beni…

2 NO’LU İNTİHAR NOTU…

“Alayınızın a.q. nerdesiniz???”

bıçakizikırmızı

Kendini keserken insan, çenesi, dişinin dipleri ve elmacık kemiğinin tam üstü karıncalanır. Keserken kendini insan, kulakları yanar ateşten. Gözünün önü pul pul olur. Sanırsınız ki güneşe bakmaktan gelmiş… Elleri titrer kendini keserken de, yine de duru bir bilinç halidir bu, bıçağın şiddetine rağmen... Bir santim sonrası… Bir santim ilerisinin, bir santim daha derininin kusursuz baş döndürücülüğü tüm benliğini ele geçirir…

Zaman… Bıçağın keskininde ışıldadığında ilk kez anlam kazanır. İşte şimdi orada, o anda… ilk kez sevmediğiniz insanlar, sevmediğiniz şarkılar, sevmediğiniz yazarlar kitaplar, sevmediğiniz yemekler, sevmediğiniz durumlar anlar ve hatta pazartesi günleri... ama illa ki sevmediğiniz her “şey” anlam kazanır. Sizin o ana kadar, onları sevmiyor oluşunuzdan yahut yok sayışınızdan intikam alırcasına... Sanki...

En onulmaz yaraları en sevdiklerimiz açar. Ruhumuz içimiz, sanki derimizin altından çekilip de çıkarılmış gibi hissederiz... içine su doldurulmuş da yere çarpılmış poşet gibiyizdir sevgilimiz, annemiz, babamız, çocuğumuz ya da dostumuzdan yara aldığımızda… İşte böyle anlarda seçmeye çalışırken kendi ölümümüzü, ama öyle çaresiz hissederken gariptir ki bıçağın şiddeti sayesinde sevmediğimiz yahut yok saydığımız her şey ve herkes hayatla tek bağımız olur. Öyle birden, aniden…

Bıçağın şiddeti yaşamı yeniden denemenizi öğretir… yeniden denemeniz için ikna eder sizi... Yeniden yanılacağınızı bile bile…

bir bazı nedenleri bombalamalı

Benim için artık bir hayal kahramanına dönüştün. karanlıksın. Şiddetlisin… yıkıcısın… Bencilsin, senden başka hiç bir şeyi solumama izin vermiyorsun. Öyle gözlerimin içindesin...

Diyordum ki… Beni sana getiren, beni sende unutturan nedenleri bombalamak gerek. Sonra bir hayal kahramanına dönüştün sen. öyle birden… birden karanlık bir kuyudan çıkıp geldin, yosun tutmuştu gözlerin… yeşildi… gözlerim unuttu seni... yoksun… varsın da. Ama niçin kayboluyor tenin, ellerin ben uzanınca… ama niçin içinden geçebiliyorum öylece şeffaf... Şeffaf ve karanlık… Yani bir kuyu yine, sesimi bana bağışlayan. Bir kuyu yine sesimi reddeden… Ben bilmiyorum bilmiyorum. Kuyu… Sadece adını haykırınca sesimi geri veren… ben bilmiyorum… kafamda sanki tüm bunlar… Diyordum ki bu nedenleri bombalamak gerek. kayboluyorsa ellerin, gözbebeklerin…

Yakaladım seni… seni hınzır... yakaladım seni... yoksun ki... kafamdasın… ben uydurdum seni. ben uydurdum böyle seni sevmeyi... ben uydurdum, parmak uçlarındaki alevi, bembeyaz gülümsemeni, ben uydurdum diyorum ihanetini... Gözbebeklerin . Yosundu onlar… Yani bu nedenleri bombalamalı diyorum. yosunu ve en beyazı bombalamalı... Kurtulmalı senden, sen duygusundan… bak yine bir kuyu… kafamda… bu beyni uçurmalı… bu beyni uçurmalı ama bir kuyu yine. Bir kuyu ve bir hayal kahramanı ve bir de kuyunun bana geri verdiği adın… sonra sinekler… sinekler…

yarın Allah katında sunsam ömrümün cvsini, duyarlılıkta bütünlemeye kalırım yemin ederim...

Gözyaşlarımı üzerine alınma sakın. Dünya barışı için… Ciğerleri yanan vatanım ormanlarımda bir fidan yeşertmek için... Halklarımızın kardeşçe  yaşaması için…  Baba Beni Okula Gönder Kampanyasına destek vermek için. Valla lan!

Matemimden kendine pay çıkarma sakın. Aziz Yıldırım istifa etsin diye. Kayserililer, Çorumlular, Erzurumlular ana dilde eğitim hakkına kavuşsun diye. Yök kaldırılsın, polisler üniversitelerden defolsun, defolmazsa bizi diskoya götürsün diye. Olmadı çay da getirebilirler. Oy gözün kör olsun faşizm… Teyteytey…

Uykusuzluğumu seni düşünüyor oluşuma verme sakın. Chp kongresindeki Kılıçdaroğlu afişini düşünüyorum. Amcayı Che’ye benzetmelerindeki tuhaf şuursuzluğu anlamaya çalışırken  Deniz Baykal’ın mavi donu geliyor aklıma. Mavi don, Ali Kırca’yı çağrıştırıyor ister istemez ve ben onun çökertme pozisyonunu düşünüyorum. Çökertme oynarken buluyorum sonra kendimi. Ellerimi iki yana açmış,  bir adım sekip, iki adım sağa kayarken Devlet Bahçeli’nin üstün matematik dehası geliyor aklıma… Matematik deyince zııııp, havuz problemlerine geçiyorum. Yani bilerek geçmiyorum. Geçmiş bulunuyorum. Fark ettiğimdeyse hayli geç oluyor... Havuz problemi kafamı bilhassa meşgul ediyor. Zengin bir akrabamızın villasındaki havuzu düşünüyorum. Çok problemli bi havuzdu mesela. Yani varlık içinde yaşıyordu, ha bire partilere ev sahipliği filan yapıyordu, ışıltılı bi dünyası vardı ama mutsuz bi havuzdu. Tüm o kalabalıklar içinde yalnızdı. Eh sonra bir bakıyorum ki sabah olmuş. Daha havuz problemi çözeceğidik…

Oburluğumu sensizlikten depresyona girmeme bağlama sakın. Afrika’daki açları düşünerek yiyorum. Arkamdan ağlamasınlar diye yiyorum. Büyüyüm de adam oluyum diye yiyorum. Öyle çok yiyorum ki, hiç durmadan bıkmadan usanmadan… Derin devlet “emekçileri” araştırsa benim bir sabotaj hazırlığında olduğumu anlayabilirler. Dünyadaki tüm lokmalar benim boğazımdan geçecek. Tai-yeap aç kalsın da ölsün diye yiyorum esasında. Planımın başarıya ulaşması için kendime gastrit hastası süsü vermeli, “az az, tez tez” yemeliyim. “İnsanlık Oburu” işkembeyi delecek.

Tadım kaçtı. “Kalbimdeki yara daha çok, daha derin” diyor Sema, Hasret şarkısında… Bu hasret dediğinin elinde bir tırpan var, santim santim buduyor beni yokluğuna en alıştığım yerlerimden…

baazan olmayabiliyor...

ben bazen sadece dururum. katatonik bi duruş. omuzlarımın üstünde dünya var baş niyetine. herşey o kadar karmaşık, o kadar içiçe ki... elim tutmaz, kolumu kaldıramam. bi takatsizlik ki hem nasıl... dururum öyle. bi de şu gırtlağımdaki ibrahimin bıçağı olmasa, belki hafiflerdi. birazcık belki bisbirazcık besbelki... iştahsızlık ama öyle ekmekle suyla değil ki... havayla hevesle... hevese baktım da güneş geldi niçin? ben güneşi niçin yakmam hiç bir cümlemde...

morcheeba dinleyin bazı bazı ama enjoy the rıde. ben çoktandır dinlemiyorum. ben çoktandır kimseyi dinlemiyorum. belki şarkılar unutmaklı tedaviler için bir buluştu da biz bilemedik...
zarif bişiyler var. zarif ama sert. hani kırmak hoyrattır, bence... de incitmek sanki daha az acırmış gibi, ve acıtırmış... şimdi tepetaklak bir dünya ben eminim. incitmekle incinmek toplu iğne ucu, cam kıymığı... sanki naif şeylerin hikayesi daha keskin. sızı gibi... ince zarif bununsonunanoktakoymakistemiyorum

taam yea bırakın kolumu ben kendim gidebiliri​m...

Bi gün yolda yürüyordum. Karşıma ak sakallı bilge çıktı. Ben de hazır karşılaşmışken “pardon bakar mısınız aşkı nasıl bulurum” diye takılıyım dedim. “Şeyimin doğrultusunda git, ordan sağa sap, ana avrat dümdüz git, hemen köşede bulursun” dedi. Vaktim boldu, işsizdim. Dediğini yaptım. Buldum lan valla. Aklı başında bi hatunkişisi, hiç beyazetliçokoprens’iyle karşılaşınca “vay ağzını burnunu yirim senin, pek datlısın böbeğem” der mi? Demez. Benim sağlıksız bilinçaltı elemanım dedi. Yani o dedi, ama benim ağzımdan çıkmış oldu işte. Aslında ona da pek yüklenmemek lazım. Sebebi koparılan çiçekler…

Neyse efenim lafı fazla uzatmayım, çok yazmasın. İnsan aşık olduğu zaman, en yakın çevresindeki en az iki kişiden uzaklaşıyormuş. İsviçreli bilimavamları açıklamış, Beyoğlubilmemkaçıncınoterinihatbeyan huzurunda ben de test ettim ve bizzat onayladım. Bilinçaltımdaki elemanı bi miktar uzaklaştırmıştım kendimden. Aşka dalmıştım. Artık aramıza yastık koyup dertleşiyorduk. Bilinçaltı elemanım, benim çok değiştiğimi söylüyordu. Muju muju, açkım filan diye ağzımı büzdüre büzdüre konuşuyormuşum. Yani laf mı şimdi bu, değişmeyen tek şey değişimin ta kendisidir efenim. Ama anlatamıyorum ki elemana. Sevgilimin yanında tuvalete girmiyormuşum, geğirmiyormuşum, az yiyormuşum, küfür etmiyor muşum... Ne yapayım beyazetliçokoprens, küfür sevmiyor. Kahvaltıdan önce ağzına almaz küfürü. İlle bi küfüraltı atıştıracak. Yemeklerden sonra birer tane ediyor, başka da yok. Onlar da filtreli ve layt şeyler. Boka mok diyor mesela. İşte o lanet sabah, beyazetliçokoprensimaşkımsevgilimağzınıburnunuyediğim açmış gasteyi okuyor memleket halini, sinirlenmiş. Yakmış küfrün ucundan, mok demiş tai-yeap’e. Benim bilinçaltı elemanı da dellendi tabii. Durduramadım yeminlen. Boka mok denir mi lan mandagerisidürzü diye bi başladı sormayın. Polis çağıracaktım, daha hızlı geldiği için dominos pizzayı çağırdım.

Terk edildim. Ama beni seviyor beyazetliçokoprensim, eminim. Giderken dönüp dönüp öyle bi bakışı vardı ki, aşktı bu kesinlikle. Ben slovmoşın gidişini izlerken, Türkiye’deki bence en yetenekli dizi yönetmeni olan Uluç Bayraktar, “İstanbul üç gün önce” alt yazısıyla flaşbeki soktu kıçıma.

İstanbul-Üç gün önce… Beyazetliçokoprensim klozetten henüz kalkmış. Sifonu çekmeden önce klozete dönüp oraya bıraktığı barsaklarına öyle bi bakışı vardı ki anlatamam. Aşktı bu kesinlikle!
Flaşbek dönüşü... Kıvanç Tatlıtuğ, Ezel'e girdiğinden beri diziyi izlerken kaçınızın canı tost istiyor? Hayır yani bölge bölge talepleri değerlendirip ona göre bi büfe açıcam. Tost ayran satıcam… Yönetmenin bu acı hatırlatması karşısında ben anlamazdan geldim, salağa yattım efenim. Hiç tavsiye etmem, sağlıklı bi yatış şekli değil, bel fıtığı filan oluyorsunuz. Oldum valla! Yatak döşek yatıyorum haftalarca. Neyse kapı çaldı bi gün. İlk kez kalktım yatağımdan. İyileşmiştim. Bu bi mucizeydi. Gelen kesinlikle beyazetliçokoprens’im olmalıydı! Aşkın mucizesiydi bu. Tanrımhh! Gittim açtım kapıyı. Postacıydı gelen. Kapıyı iki kere çaldığı klişesine hiç girmiycem çünkü sebebi koparılan çiçekler…

Nikahına beni çağırma sevgilim. Ecdadını ırzını gelmişini geçmişini skerim senin… Beyazetliçokoprens’im evleniyordu. Davetiye yollamış utanmadan! Evleniyordu lan! Bense mektubuma şöyle taşaklı bi giriş cümlesi bulamadığım için intaar edemiyordum. Neyse ki hayvan severdim.  Kapımın önüne kedi köpek için bir kap su, penceremin önüne kuşlar için ekmek kırıntısı ve sinekler için de bir kap  "damarlarımdaki asil kan"dan koyuyordum. İntaarı beceremesem de, hayvan sever olarak çökertecektim bünyeyi.  Nikah günü gelip çattığında hala yaşıyordum. Kalktım, başladım  süslenmeye. Dudağıma jöle, saçıma fondöten, gözlerime rujumu sürdüm. Sordum sarı çiçeğe, söyle bana benden güzeli var mı bu dünyada diye. Yok lan, o öyle diildi galiba. Cevap beklemeden kaçar gibi uzaklaştım evden. o telaşla ülkücüleri ocakta unutmuşum, altı da açıktı. Dibine tutacak şimdi şerefsizler… Umursamadım yine de. Gün intikam günüydü. İlk bakkal Veysel’den başladım. Su tabancası alırken on kuruşum çıkışmayınca, çıkardım cebimden bi tane sakız verdim. Öyle ya intikam soğuk yenen… Off benim bademcikler eşek götüne döndü yine.

Gittim Beşiktaşk evlendirme dairesine. Beyazetliçokoprens geçirmiş damatlığını kıçına. Yanında mıyıl mıyıl, yüz kilo, koca götlü, memesiz, joker suratlı bi karı. Yok lan, nerde. Çok güzeldi kaltak. O ancelinaculi dudakları eşek götüne yapışasıca, gözümün önünde nasıl yapıştı beyazetlinin dudaklarına. Kikirdeyerek “fermuarın açık kalmış hayatım” dedi. İşte çanlar benim için çalmaya başlamıştı. Vakit gelmişti. Kahramanı harekete geçirecek, o son darbeyi indirmesi için mucizevi gücü yaratacak cümle buydu. “fermuarın açık kalmış hayatım” hahhaayttt. “Gelenektir" dedim. "Ölü evinin kapısı açık bırakılır” müthiş karizmatik bir bakış attım ve su tabancamla ıslatmaya başladım penolope endamlı karıyı…

Ben aslında olaysız dağılacaktım da, sebebi koparılan çiçekler. Küstüm hee. Daha da gelmem Davos’a…
Soruyorum size asıl deli, bu gömleği bana tersten giydiren değil mi?

devletin buna bişiy yapması lazım

şuralarda bi yerde bi düğmesi olsa da kapatsak, bendeki bu seni sevme azmini...
"ben senin beni sevme ihtimalini" skeyim ayrıca.
reveransa aparkatla karşılık verilir mi bre hıyar...
bisiklete binmek gibi bu sensizlik, devletin buna bi el atması lazım...
heyoo heyoo bak ben ellerimi bırakarak da sensiz olabiliyorum.
ama gene de sen bana "seviyorum seni" desen fransız ihtilali olur...
şehir düşman işgalinden kurtulur, atom filan parçalanır, insanlık için iyi bişiy olur...
bence devletin bana bişiy yapması lazım!

ŞİİR OKUSAYDIN BİLİRDİN

 şevket der ki beş şehir'de sevdiği kıza "belli... senin şiir falan okuduğun yok. eğer şiir okusaydın bilirdin ki aşık adam sınanmaz" sonra silahı ağzına sokar ve tetiği çeker.

günlerdir ama uzun günlerdir ve gecelerdir bu sahneyle yaşıyorum. film yeni keşfim diil, hayır. epey oldu izleyeli, unutmuştum bile. iyi olmaya çalışırken; kitaplara filmlere şiirlere sarılıp susarken, bi sabah bu sahneyle uyandım. ve aklımdan çıkmıyor.

günlerdir ama uzun günlerdir ve gecelerdir boğazımda bir yumruyla yaşıyorum. bu daha öncekilerden şiddetli... "küle ne öğrettiyse hayat, onu öğretti bana da" ... önceden sağaltmak için kendimi, bana acı veren zehri akıtmak için yazardım. çokça yazardım durmadan usanmadan... bi gün yine yazarım. soran arkadaşlar var; içimden gelmiyor yazmak. dil sanki paramparça oldu... Hiç bir kelime, hiç bir cümle, o en sevdiğim noktalama işareti; üç nokta... ama hiç biri "iyileştirici" diil artık. rahatsız etmek için yazdım, gülmek için yazdım, kanatmak için yazdım ama hep kendim içindi kurduğum cümleler. şifa niyetineydi... uzun süreli ilaç tedavilerinde olur ya hani. bi zaman sonra ilaca karşı toleransınız yükselir ve o artık etki etmez size. şu sıralar "yazmak" benim için yapması gerekeni yapamaz hale gelmiş bi etkisiz kocakarıilacı... ve hatta dil, ve hatta en kutsal sözcüğüm "anne",  sonra..  "kızım", "kardeşim"... "kahverengi" ve son ki "erik"...

şimdi ben giderim gitmesine de, erik dalları mayısta tomurcuklanıyormuş... Ben giderim gitmesine de... ama erik tomurcukları da gelsin benimle.

tanrıya ne zaman sığınırız, biliyor musunuz? parmak çocuksanız ya da devler ülkesinde kaybolmuşsanız... korkmadan önce geçiriyorsunuz aklınızdan "acaba ben çok yakından baktığım için mi herşey bu kadar koskocaman ve üpürkütücü" sonra aranıza mesafe koymayı deniyorsunuz. geriye doğru tek bir adım attığınızda duvara yapışıyorsunuz. olduğunuz yere çöküp ibrahimi anıyorsunuz ilkin, sonra nuhu, sonra kızıldenizi yaran musayı, eyüpü, hira dağında muhammedi... Kenzü'l Arş!.. tanrıya, mucize beklerken sığınıyorsunuz. "o sizi sever", biliyorsunuz. "o sizin incinmenize müsaade etmez."

incinmemenizin tek şartı, sizi yanına alması... O, sizi bekleyen "sevgili"dir... O, en güzel kavuşma biçimidir... ana koynu gibidir O'nun şefkati... O, sizi incitmez... O, sizi hep sever... O, sizi incitmez... O, sizi hep sever... O sizin, citmez... Citmez kalkmaz bir Allah... Ama penum her sevduğum illa ki cider... çokşükürallah...

Tanrı olmadığı için sevdik onları bu kadar; kardeşi, dostu, sevgiliyi... Kendimizi ifade edebilecek kadar arapçamız yoktu, şiir okuduk, şarkı söyledik dua niyetine... Kelime-i şahadeti aksanlı söyleyince "seni seviyorum" olarak çıktı ağzımızdan... aşık olmaklı cümlelerin her biri imanın altı şartından yedincisiydi... Tanrı var lan... Tanrı var... Üstelik çok da reformist. Ve Arapça zorunluluğu yok, katına kabul  için...

Tanrı olmadığı için oldu tüm bu olanlar, kırıldı kalbim bu kadar... Tanrı olmadığı için sevdik onları bu kadar... Tanrı var!.. Sikmişim diyalektik materyalizmini... küfre girdi diil mi, bi ara eylem yapıp  tövbe ederim, kaza niyetine bildiri de dağıtırım en izm beni bağışlasın diye... Ama şimdi... baharı toplayın benim için.

http://www.tezzat.com/2010/08/13/asik-adam-sinanmaz-bes-sehir-filmi-onur-unlu-hq/

onur ünlü'yü takip edin deyyuslar.

ON EMİR

Kendime tavsiyeler…
1-Herkesle hemen arkadaş olma. Hemen herkes sevilesi değildir. “Ah ne kadar iyi bi insan” dediği an iç sesin, bi tane yapıştır ağzının ortasına. Kafasını duvara sürt, sussun. Yok ısrar ederse “hayır o çok iyi biriee, çok tatlıeee, tanısan sende seversiiieen” diye. Küçük Emrah’ın annesini hatırlat ona. Kadının skilmedik bi kulağının arkası kaldı, ki ondan da emin değiliz.  

2 - Herkesle uyumsuz olmak zorunda da değilsin. Tamam sevme dedik de bu kadar da değil… Evet haklısın, herkesle iyi geçinmek gibi bir şey mümkün değildir. Orada bir yalan dolan vardır. Riyakarlık vardır herkesle iyi geçinebilme eyleminde. Ama herkesle ters düşmekte de büyük bir kibir vardır. Saçmalama yere in. Kıçı kırık bi ademoğlusun neticede. Ortalama ömrün 65 yıl, tuvalete girince fayans saymadığını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla suyu boş yere harcama, israf! Para yakıyor o. Kaç para metreküpü biliyon mu?

3 – İlk görüşte aşk diye bir şey yok, unutma. Bi kere sevişsen geçer, hormonal yükselişlerinin kalbinle uzaktan yakından alakası yok. Bu yüzden regl öncesi ve hemen sonrası, mümkün olduğu kadar yakışıklı görmemeye gayret et… Aha da sana bilimsel gerçek. Belgeselde izledim. Reglken çüküne bakıyormuşun adamların. Ama bunu bilinçli yapmıyormuşun. Gözün oraya kayıyormuş işte sen farkında olmadan. Bakmıyom deme boşuna, bakıyormuşsun işte salak. Sen İsviçreli bilim adamlarından daha mı iyi bilecen… Ney? bilim adamı demişken mi… Yuh nereye bakıyon lan. Adam deyince devrildi gözün daha bana itiraz ediyon. Ayıp ama lan!  

4 – Diyelim gördün. Bilim adamını değil, üçüncü maddede bahsettiğimiz yakışıklıyı… Hemen “sana aşığım” deme. “bi tur biniyim mi” de. Tamam kız çocuğusun sen bu kadar kabalaşma da, işte bi uygun yolunu bul. Bi böyle iç gıcıklayıcı iç gıcıklayıcı dokun, bi şuh şuh bak, ensesine ve kulak arkasına bişiy fısıldıyormuş gibi yapıp usulca hohla, sigara dumanını suratına üfle. Tabii eleman sigara içiyorsa. İçmiyorsa adamı boş yere kanser etme. Şiarın “sevda baştan gitmiyor sarılıp yatmayınca” unutma!

5 – Sarılıp yattın ve heyhaaat, sevda baştan gitmedi. “bi tur daha biniyim mi” deme, hayvan. Arkanı dön ve olay mahallinden koşar adım uzaklaş. Çünkü gerizekalı, sen aşık oldun. Acıyom lan sana. Burada gerçekten sıçtın işte. Şimdi senin elin ayağına dolaşır, hayal kurarsın, aradı aramadı, cevap verdi vermedi diye kafayı yersin. “acaba ilk günden şaapmasa mıydık” sendromuyla ucuz hissedersin. “onun gözünde kaltağın tekiyim ama fırsat verse çocuklarına süper anne olurum, sarma sararım, börek açarım, bayramlarda annesinin elini öperim, çok da temizimdir, titizimdir aslında” bunalımlarıyla kendi kendini yersin. Salak! Oysa erkekler genellikle sevişinceye kadar hatunun peşinden koşarlar, seviştikten sonra “vay kaltak hemen de verdi, kim bilir daha kaç kişiye verdiydi benden önce” kafasına erişirler… Yani ne yapsan boş şekerim. Uğraşma saç baş yoldurma bana!

6 – İlk görüşte aşk diil de olayın, sevişme sonrası aşksa ki bunu pek yaparsın sen… “ilk verişte aşk” diyoruz buna, farkındayım çok kabayım. anGara ağzımı mazur, maruz ve mağdur ve yer yer mağrur gör güzelim. Ovvv babe… Kaybetme o elemanı derim, demek ki çok iyi… Yaşadığın şey aşk diil, orgazm kafası. O yüzden yine aşığım diye bok etme olayı, kendini zorlama. İlla meşrulaştırmak zorunda değilsin. Dikkat ettiysen bu elemanla oturup iki çift laf etmişliğin yok. Hatta arkasından çok mal lan dediğini hatırlıyorum. Zeki bulmuyorsun, esprileri de bayağı… “herkez” diye yazıyor “eylence” diyor, tiksiniyorsun böyle yazanlardan. Hangi aşk cici kızım, hangi aşk. Ama bu dediklerim seni elemandan uzaklaştırmasın. Elinin altında bulunsun. Alet çantası gibi düşün olayı. Kaç kere tornavida kullandın, çekici alıp da duvara bi çivi çakmışlığın var mı… Hele o kablolarla ne yapacağını bile bilmiyorsun. Televizyonun arkasından pleysiteyşının kablosunu bile ayıramıyon. Ama dolaptaki alet çantası kablolardan, çivilerden, İngiliz anahtarlarından, boy boy tornavidalardan geçilmiyor… Sus. İtiraz etme bana. Kaç kere conta sıkıladın? Kıtık nedir bilir misin? Ben diyim sana, püskül püskül ip gibi sarı zımbırtı var ya, musluk akıtmasın diye sarılır. Hah işte. Kıtık o misal… Bilmiyon bi de artizlik yapıyon bana. Uzun lafın kısası, yol verme elemana, alet çantası gibi düşün. Dursun durduğu yerde, faydası var zararı yok… (Farkındayım bu madde çok orostopol oldu. Hiç yakışmıyor senin gibi bi leydiye. Lakin "welcome to the real world" bebeğimh… Ayrıyetten leydi Macbeth’in de leydi olduğunu hatırlatmakta bir beis görmüyorum. Ooo yeah! Beisi de cümle içinde kullandım ya.  Neyse efenim leydi Macbethcim de babası yaşındaki Duncan’a verip, herifi daha boy abdesti almadan kocasına öldürttü. Koca kral cenabet gitti öte dünyaya. Al sana Macbeth rejisi. Yeah!)

7 – İşlerini son dakkaya bırakma. Biliyorum bu maddeyi hiç sallamıycaksın. Çünkü “sabah 8de kalkalım mı yea” diyip akşam 8de kalkıp gecenin üçünde çalışmaya başladığını cümle alem ve dahi tabiat, hayvanat, neşriyat, habitat, haşerat, ketçap mayonez… Kabul ediyorum ketçap ve mayonez uymadı bu kafiyeye… Neyse herkes, yumurta ve kıçın arasındaki o ulvi ilişkiyi biliyor. Ama insanın kıçına bile yabancılaştığı bir çağda yaşıyoruz. Modern dünyanın bireyci kıçları, plazalarda yalıtılıp yalnızlaştırılıyor. Bu maddede elbette kıçın sıkıştırılmışlığını anlatıyor. Bu da benden anlamadığım tüm o “bireyin sıkışmışlığını” anlatan filmlere armağan olsun. Sıradaki istek maddemiz bilişim çağına geliyor.

8 – Üç duble rakı, altı bira, bir şişe şarap… Promil karşılığı ne ise bunların, bu baştan çıkarıcı meşrubatlardan fazla miktarda aldığında Facebook, twitter, msn ve dahi cep telefonundan uzak dur! Çünkü sen öyle “nalet” bi bünyeye sahipsin ki, üç duble rakıdan sonra her şey tipik ve olası geliyor sana. “her şey mümkündür, her şey olasıdır” şeklinde İbsen kafasına yükseliyorsun. Sabahında ise Harold Pinter kafasına düşüyorsun; “dünya çok güvensiz bir yer dostum” Kapıdan gelen tehlike olayı. O tehlike senin içinde salak, başın dönüyor ya şimdi fırıl fırıl… Üfle bakiym kaç promil?

9 – Kötü gün dostu olduğun için sevinme. Bu hiç de iyi bişiy diil. İnsanlar sana ağlamak için geliyorlarsa bence sen otur kendi haline ağla. Aynı insanlar birlikte gülmek için başka insanları seçiyorlar. Ki sen fena da espri yapmazsın hani. Güldüm mü hakır hakır gülersin… Sen kimsenin Güzin ablası diilsin, önce kendi derdine yan. A salak kızım… Gülmek için de, ağlamak için de seni tercih edenlere de hıyarlık yapma. Sevmeye devam et onları. Zaten üj bej taneler… Üfliym mi abi? 
10 – Son kullanma tarihi geçen yoğurdu edebiyle çöpe atmayanları sik! Bilmem anlatabildim mi? Açıklama istiyon mu? Bence gerek yok. Ağır konuştum hee…

***
edit: yalan söyledim kızııııeeam. hemen de yedin salak. kandırıyodun kendi kendini. "ivit ivit aşık diilim ben, tamamen hormonal" deyuu... Var valla da var, ilk görüşte aşk diye bişiy. hem de 2011 İstanbul'unda var. bi arGadaşım oldu, ordan biliyorum. Böyle bi dağıldı, romantik komedi karakterleri gibi geziniyor ortalıkta. Sevdiceğini görünce tamamen kara komedi karakterine dönüşüyor ama ziyanı yok. Ben gülüyorum haline. sen laf etme ben yeterince alay ediyorum kendisiyle. kırdırma ağzını burnunu... Böyle bi salak sepelek hareketler, "bana şöyle dedi, ondan sonra şöyle baktı, eli şu şekilken sağ ayağının baş parmağı bu şekil, sence ne demek istedi" türünden bi beyin skmeler, bi aynada kendini beğenmemeler, tıka basa gardırobuna rağmen bi giyinecek hiç bişiy bulamamalar, bir hafta diyete girip it gibi aç gezinip, karşı taraftan sinyal alamayınca on tane nostaljik tadelle yiyip, diyetin ağzına sıçmalar -yalnız tadelleyi pc yanına koyun hafif bi ısınsın. o zaman tadı süper oluyo, böyle bi damağına yapışıyor yerken, fındıkları ayrılıyor filan. nefis nefis, işin sırrı radyasyonda ısınması tadelleciğimin-  falan filan işte. böyle bi şuursuz bi şekilde yaşıyor bu ilk görüşte aşk olayını bi arGadaş. 

edit2: Yalan söyledim. Bi arGadaş diil, ben o ben. bildin mi?

edit 3: Şaka lan şaka. Bi arGadaş...

edit 4 : Hayır hayır ben... Dur dur tamam ya, kovalama düşücem. benim ben. valla. bu sefer netim. Bok netim. arGadaş... ahahahahaha

VAN NAYT STAND Mİ YOKSA

Yeni yıla aşksız girmemekte kararlıydım. Bu yüzden, davet edildiğim partide çok güzel görünüp dikkatleri üzerime çekecek ve benim için çıldıran çok sayıda yakışıklının arasından bi tanesini seçicektim. Saat 00:00’ı vurduğunda ben manitayı ayarlamış olucaktım. Düşüncesi bile mide bulandırıcıydı yok yok yanlış oldu bu, düşüncesi bile heyecan vericiydi… Hazırlıklara 30 Aralık gecesi başladım. Önce kendimi yeniyıl hindisi gibi sarımsaklı zeytinyağlı bi sosta marine ettim. Ardından beş saat boyunca kendimi buzdolabına kapattım. Ama iradesi sağlam olmayan insanlar bu yöntemi asla denememeli. Deniycekse de buzdolabını boşaltıp öyle girmeli içine. Aksi halde güzel olucam diye iki beden genişlemiş olarak çıkabilirsiniz. Benim iradem sağlamdı, nasıl olmasın “aşk” gibi bi motivasyonum vardı. Vardı da bu sayede fesat yaprak sarmasına kanmadım. Kendisini yemem için ne numaralar yaptı bilseniz aklınız şaşar. Önümde soyundu, boru dansı yaptı, kız çocuğusun bi yerin şişer iki lokma ye diye niyetimi bozmaya çalıştı. Ama yok. Çelemedi aklımı. Bi kahraman olarak dünyaya geldiğimin bilincindeydim ve zor koşullara karşı dayanıklıydım. Süre dolduğunda çıkıp, yarım limonla içimi dışımı bi güzel limonladım. Beyaz tenli olduğum için çabuk kızarıyorum. Bu yüzden cildim kuruyor ve sertleşiyor. Limon, eti yumuşatmaya yarar, biliyorsunuz zaten bu basit güzellik önerilerini… O yüzden buraları es geçiyorum.



Neyse efenim parti evine bi girişim vardı ki, görmeliydiniz. Tüm gözler bana çevrilmişti. Kadınların kıskançlık, erkeklerin arzu dolu bakışları arasında ben saçlarımı uçuşturduğum vantilatörümle birlikte süper bi giriş yapmıştım. Ortamda kendime vurgu yapabilmek için her türlü aksesuarımı hazır bulunduruyordum yanımda. 1.seviyede yani “hafif bir meltem esintisi” kıvamında çalıştırdığım vantilatörümü yüzüme tutmuş, saçlarımı püfür püfür uçuştururken yarattığım ambiyansa uygun olması için slowmotion ilerliyordum parti kalabalığının arasına. Kabul etmeliyim ki bu biraz zor oluyor. Yani slowmo yürüme kısmı. Ama oscarlık bi efekt sergilediğime yemin edebilirim. Gözler benim üzerimdeydi ama bu fırsatı iyi değerlendiremedim. Kahretsin ki bu sahnede, benim kırmızı rujumla seksi bir gülücük atmam gerekiyordu. Unuttum. Cazibeme o kadar kaptırmıştım ki kendimi, kibirle izliyordum bana bakan zavallı kalabalığı… Erkeklerin kibirli kadınlardan hoşlanmadığını bi yerlerde okumuştum. Bu biraz moralimi bozdu ama hayır asıl oyun şimdi başlıyordu. Daha en iyi numaramı kimse görmemişti. Erkeklerin hüzünlü prenseslerden hoşlandıklarını biliyordum. Bu yüzden bi köşeye çekildim. Yalnız ve hüzünlü bir kadını oynayacaktım. Evet bu çok dikkat çekiciydi. Ateşli bir piliç hem de hüzünlü, demek ki bi derinliği var. Erkekler daha ne isterdi ki… Beni hüngür hüngür ağlatan filmlerin hepsini hatırlamaya çalıştım. Off… Babam ve oğlum’da, adam ölünce babası cenaze dönüşü arabadan iniyor ya hani. “açeydim böyle gollerimi. Getme deyeydim” Aman ben bi kötü oldum. Sonra şeyi hatırladım. Sindrella men’in final sahnesini… ardından rekuem for e drimdeki anneyi… Oyyy. Ben bi ağla bi ağla… Toparlayamadım valla kendimi. Vurmuşum rakının dibine dibine. içli içli "adaletin bu mu dünya" diye türkü çığırıyorum. Hayırsever bi vatandaş beni banyoya götürüp yüzümü yıkadı da ben kutsal amacımı hatırlayabildim. Bedeli biraz ağır oldu ama işe yaradı. Birkaç tane yakışıklı gözlerini benden alamıyordu. Şimdi benim içlerinden birini seçmem gerekiyordu. Dürüst ve tek eşli bi kadınımdır.  Herkese mavi boncuk dağıtmam. Birini seçecek ve diğerlerine ümit vermeyecektim. Elemanlar arasından gülüşü en güzel olanını seçtim. Çok yakışıklıydı. Yani yok böyle bişiy. Kıçı güzel erkekleri severim. Bunda bi kıç vardı, ramazan davulcumuzun davulu gibiydi yeminle. Allah bu gece bi erkekte aradığım tüm özellikleri gani gani veriyordu sanki. Erkek adamın gözleri fıldır fıldır oynamayacak mesela. Bunun gözleri yeterince sabitti. Şaşıydı. Aferin gözü dışarıda değil dedim. Kollar önemlidir benim için. Uzun ve güçlü kollar. Bunun elleri valla topuğuna değiyordu. Düşünsenize beni bi saracak bi daha dolayacak kolunu belime. Tanrımh. Çok cömertsin. Uzunca bi zaman baktı bana. Sonra arkasını döndü. Hımm… Göster kaç taktiği. Bayılırım oyunlara. Bi süre ben de ilgisiz kaldım. Yani ilgisizmiş gibi yaptım. Kabul etmem gerekir ki burada da hata ettim. Erkeğimi çipçirkin, tiptipsiz bi hatun götürmek üzereydi. Uzun boylu, uzun ince bacaklı, suratı Adriana Lima’yı andıran bi karış beli olan bi hatun. Allah düşmanımın başına vermesin böyle bi çirkinlik. Kadına içten içe acımadım diil. Yazık lan. Ama şimdi Allah babanın bile hiç özenmeden öyle gelişigüzel yarattığı bu kadına ben niye acıycaktım ki. tamam yazık kadına, bana bahşettiği güzelliklerin milyonda birini bile buna da verseydi, yüzüne bakılır bi kadın olurdu. ama öyle uygun görmüştü demek. Merhametim zaafımdır. Zaaflarıma yenilmemeliydim. Erkeğimin yeniden dikkatini çekmek için bi kaç numara yaptım ama işe yaramadı. Evet. “Gönül kaçanı kovalar” aşamasına gelmiştik. Erkeğim bana bakmadıkça ben çıldırıyordum. Fena halde aşık oluyordum. Duygularımla hareket ediyor ve saçmalıyordum. Bu yüzden bi süre kafamı dağıtacak bişiylerle uğraşmam gerekiyordu. Sonra tekrar ele alıcaktım bu konuyu… Parti evini bi güzel süpürdüm sildim, perdeleri yıkadım ütüledim astım. Banyo fayanslarını cifledim, cam bardak ve tabakları çamaşır suyuna yatırdım, parlasın diye. nevresimleri değiştirdim, halıları yıkadım. En sonunda mutfağa girdim. Türlü çeşit yemekler yaptım. Rahatlamıştım. Şimdi sağlıklı düşünebilirdim. Gerçekten çok işe yaradı bu. Temizliğimi, yemeğimi yapıp üstüne bi yorgunluk kahvesi içerken aklıma geldi. “büyük aşklar kavgayla başlar”

“Büyük aşklar kavgayla başlar” Hiç vakit kaybetmeden Tarlabaşı’nda aldım soluğu. Topladım üç beş eleman, partiyi bastım. Erkeğime hepimiz birden daldık. Ağzını burnunu kırdık, dişlerini avuçlarına verdik. Hatta ben aşkımız tutkulu olsun diye çükünü kesiyordum ki, ulan yarın öbür gün lazım olur diyip durdum. Bayılmıştı, hastaneye kaldırdık. Kendine geldiğinde ben dudaklarımı uzattım öpüşmek için… Serumun etkisinden olsa gerek, öpmedi… İyileşmesi uzun sürmedi. Hımm dayanıklıydı da. Bayılırım dayanıklı erkeklere…

Yeniden partiye döndük ama bişiyler ters gidiyordu. Bu hiç yüzüme bile bakmıyordu. Oturdum ben nerede hata ettim diye düşündüm. Evrenden bana bunun için bi işaret göndermesini istedim. Ve beklediğim işaret geldi. İki kadın aralarında konuşuyorlardı “büyük aşklar nefretle başlar” Evet ya. Yanlış hatırlamışım. Kavgayla diil, nefretle. İşin sırrı burada… Ah ah üzgünüm sevgilim. Beni sevmek için önce nefret etmen gerek… Kalktım yerimden. Ne kadar özgüveni yüksek bi piliç olduğum, dik yürüyüşümden, diklikten kulaklarımın hizasına çıkardığım omuzlarımdan anlaşılıyordu. Herkes yine bana bakıyordu. Birilerinin “Erman Kuzu” dediğini duydum ama sanırım Türk Malı dizisindeki Şafak Sezer de partideydi, ondan bahsediyorlardı…

“Büyük aşklar nefretle başlar” Kulis yapmaya başladım. Erkeğimin arkasından çok fena dedikodular çıkardım. Hakkında şöyle böyleymiş dedim, geymiş dedim, tecavüz suçundan sabıkası varmış dedim. Oohooo neler neler. Öyle ki kimsenin yüzüne bakamaz duruma geldi. Nasıl ağladı nasıl ağladı anlatamam. Ulaşılmaz olduğumu düşündüğü için, çaresiz aşkı için gözyaşı döküyordu eminim. Bi cesarete ihtiyacı vardı kekliğimin. Çalıştırdım vantilatörümü. Tuttum yüzüme. Püfür püfür uçuşan saçlarımla, ağır çekim ona doğru ilerlemeye başladım. O an sanki dünya durmuş ve sadece biz ikimiz kalmıştık. İnsanlar soluğunu tutmuş, bizi izliyorlardı. Ben ağır çekim yeni yılda büyük aşk yaşayacağım erkeğime ilerliyordum. Saçlarım püfür püfür uçuyordu. Ve o bana kaçamak bakışlar atıyordu. Burnunun ucuna bakar gibi yapıp, bana bakıyordu aslında. Hatalarından ders almasını bilen bi insanım. Bu kez kırmızı rujlu seksi gülüşümü unutmamıştım.  Geçtim karşısına ve uzattım dudaklarımı. Bu, “senden nefret ediyorum” dedi. Saat tam 00:00’dı… Evet. Sonunda başarmıştım… Ben de seni. Ben de seni sevgilim.  Aşkım, aşkım benim. Biricik erkeğim. Seni öyle mutlu edicem ki…

Şu an çok kötüyüm. Dün gece bu olanlardan sonra beni hala aramadı… Yani aramızdaki tüm bu özel şeylerin, tek gecelik olması beni derinden sarsıyor.

NASIL HİSSETTİĞİMİ BİLİYORUM ANLATAMIYORUM

Bu… Sanırım “ilk terk ediliş” gibi… Bazı babalar, bazı bebelerini bir haftalıkken terk ederler. Ne anlar ki bir bebek ayrılıktan… İçiyle bildiği, içiyle sevdiği bir çift kahverengi göz silinir bebeğin gözlerinden o kadar… Sandığınızdan derindir oysa, bebeğin terk edilmek konusundaki bilgisi… Hayatının geri kalanında silinen o hayali bir yapboz gibi tamamlamak için uğraşır. Piçlere dikkat edin. Hepsinin boyundan büyük hayalleri vardır.

Bu… Sanırım “ilk çaresizlik” gibi… Anneler bebelerinin, bu dünyadan korktukları anda geri dönebilmek için cennetin sihirli anahtarıymışcasına göbeklerinde taşıdığı bağı kesip atarlar. Bahçedeki erik ağacının altına gömerler. Bundan sonrası, annenizin kutsal memelerinden ağulu bir ağrıyı emmek gibidir… Yazının sonunda beni o erik ağacının altına gömünüz…

Bu… Sanırım “ölümle ilk tanışma” gibi… Babanızın kahverengi gözleri olmasa da yapbozunuzun en büyük parçasını bulmuş, tamamlamaya çalışırken kendinizi ve artık cennete dönemeseniz de, cennet kokarken onun koynu, bıçak gibi kesilmesidir zamanın, kokuların, gündelik telaşınızın… Bazı insanlar öyle güzeldirler ki, ölümü bile muhteşem bir kostüm gibi taşırlar. En Sevdiğiniz hakkında birinin size “öldü” demesi, atılacak en büyük iftira gibidir. Bu… Bir büyük iftira karşısında onu koruyamamak gibi…

Bu… Sanırım “öldü” kelimesini ilk duyduğunuz an gibi… Gidenin gelmeyeceğini, henüz gittiğini öğrendiğiniz anda bilmek, bence tahammülü güç bir şeydir…

Bu… Sanırım işkenceye alınmak gibi. Çinliler yeni bir işkence metodu bulmuşlar da sizi denek olarak kullanıyorlar. Bacakları kıldan ince, kor halinde iğnelerden oluşan binlerce karıncanın etinizin üzerinde yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara gezinmesi gibi… Bayıldığınızda yüzünüze püskürtülen tazyikli su gibi…

Bu… Sanırım birazdan ölmek gibi. Birazdan öleceğinizi bilmek gibi. Tepenizde Kuran okunuyor. Bakışınızı çevirdiğiniz yerde muradınız kalabilir, dökülürken dudaklarınızdan yarım kalabilir onun adı, bu son heceniz olabilir. Hayatınız değil de acılarınız film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçiyor. Bu geçit töreninde sizi en çok inciten de hayallerinizden oluşan bando mızıka takımı. Bu sanki hapishane penceresinden lunaparkı izlemek gibi… Gökyüzüsüz, kuşlarsız kalmak gibi…

Bu… Saçlarınızın bir gecede ağarması gibi… Öleceğinizi sanıyorsunuz ve bedeniniz acınızı anlıyor, duygularınıza itaat ediyor. Bu yüzden ifadeniz belirsizleşip, teniniz matlaşıyor. Yüzünüzde çizgiler beliriyor. Bedeniniz kendini ölüme hazırlıyor. Bir gecede saçları ağarmış insanlara bakın. Onlar o gece öldüler… Ben de gittim her birini, o erik ağacının altına gömdüm…

Bu... Babanızın başının olması gereken yerde duran soğuk beyaz mermere "seni hiç affetmedim" yazmak, toprağına kırılgan bir erik dalı bırakmak gibi...

...

Hepsi tamam da, gözler fena yaralıyor insanı. O gözlerin artık yabancı olduğunu bilmek…
Bir de saçlar, erkense ağarırken ağrıyor.

KAHVERENGİ

Bakışları, bakışlarımı kucaklasaydı o an, hiç değilse gözlerimiz sevgili olabilseydi böyle uzaktan ben yine de dünyayı affedebilirdim… Bakmadı…

Yorulmuştunuz, vazgeçmiştiniz, kırılana dek bükülmüş ama bu kez de hiç ummadığınız yerlerinizden kırılmıştınız. Hani kalpti, koldu, kafaydı, kemikti… Kırılır bunlar, kırılır… Kaynar yine kırılır ama yine kaynar yine kırılır… Ama…  

Bilmiyordunuz dudaklarınızın da kırılgan olduğunu, kirpiklerinizden hiç ummazdınız bunu. Teninizden, gözyaşlarınızdan… Avuç içi çizgilerinizden…

Kaybolmuştunuz bu savaşta. Hayaletiniz vücudunuzu terk etmişti de sanki, bedeniniz duruyordu burada… Kaybolduğunun bile ayrımında değildi henüz deriniz, elleriniz, gözleriniz… Duruyordu burada… Bedeniniz…

Ben, toprağın tenini soruyordum size. Siz hemen başucuma bir mezar konduruyordunuz. Gri, soğuk… Toprağın teni dedikçe ben, siz ölülerinizi alnından öpüp beni gömüyordunuz sonra…
Toprağın teni diyordum yine de ben. Susuyordunuz. Duruyordu bedeniniz… Orada!

Kahverengi…
Kahverengiydi toprağın teni. Bir çift iri ışık yansırdı orada… Bir çift ışık, sıcak, içime akar, erirdi… Kahverengi bir çift ışık, sıcak, içime akar, erirdim… Sizin gözleriniz kamaşırdı o bana baktıkça…

Duruyordunuz ama hala orada. Savaştaydınız. Kaybolmuştunuz. Ellerinizin gözlerinizin haberi yoktu, hayaletinizin vücudunuzu terk ettiğinden.

Griyi seviyor, Kahverengiyle arama Sırat’tan köprüler kuruyordunuz… Kıldan ince, kılıçtan keskindi ama sizin günahlarınız. Biriktiriyordunuz ille de benim cebimde, çocukluğumuzun çalınmış misketleri misali… Ama niçin ille de benim cebimde?

Sizi hiç affetmedim.

BENDEN ÖNCE REENKARNE OLMAYA BAK SEVDİĞİM YOKSA EBENİ SİKİCEM ÖBÜR TARAFTA

“Bir tanrıyı, bir de beni sakın unutma!”
Çocukken biz, karıncaya bile zarar verecek olsak anneannelerimiz, babaannelerimiz “öte dünyada sırat köprüsünden o karıncanın üstünde geçiceksin” der bizi korkuturlardı. Böylece o ağırlığının doksan katını taşıyabilen, mini mini hayvancıklara zarar vermezdik. Atadan dededen öğrendiğimiz üzre biz de o yaşlarda herhangi bi hayvana zarar veren bi velet görünce “şimdi senin bu yaptıklarının aynısını öbür dünyada o da sana yapıcak yaaağ” derdik ve anında sonuç alırdık. Elinde taşla köpek kovalayan canavar eşşoğlusu malak gibi kalırdı böyle. Gözleri dolardı korkudan. Ohh nasıl içime su serpilirdi, anlatamam. Caydırıcıydı bu “öbür dünya” korkusu. Pardon? Efendim entelektüel arkadaşım? Neeeeeyyyyh?! Din baskısını mı savunuyor muşum? Yok yahu, nerden çıkardın.  Benim savunduğum tek baskı, patates baskısıdır. Hep kalp şeklinde oyardım patatesleri. Hey gidi gençlik… Evet arkadaşım haklısın, bizim gibi az gelişmiş, yarı sömürge ülkelerde din, kitleleri sindirmek için önemli bir araçtır. İtaat ediceksin, sorgulamıycaksın, baş kaldırmıycaksın. Egemenler din sayesinde yarattıkları korku toplumuyla istedikleri gibi at koşturabiliyorlar. Aaa bak at dedin de aklıma geldi ne kadar estetik bi hayvan diil mi bu athayvanı? Ayy. Tamam… Caydırıcıydı diyorum. Allahdinkitapkorkusunu savunmuyorum!  Sizin deyiminizle “somut koşulların somut tahlilini yapıyorum. He he doğru diyon “son tahlilde din afyondur” bla bla bla. Pardon ama burası benim çöplüğüm… Yok burada konuşma özgürlüğün filan. Siyeeeaa!
Neyse efenim… Ne diyordum. Evet kesinlikle caydırıcıydı bu “Allah korkusu”… burada caydırıcının altını bi sekiz on bin kez çiziyorum. Caydırıcı, caydırıcı, caydırıcı… Hemen hiç birimizin gelişmiş bi vicdanı yok. Bu vicdanı da hiçbir sistemin değiştirebileceğini geliştirebileceğini sanmıyorum.  Bugün mahallemde sokak köpeklerini taşlayan tekmeleyen, kedi öldüren piçlere bakıyorum da, keşke bizim gibi anneannelere, babaannelere sahip olsalardı. Hoş, ben “öbür dünyayı” ayaklarına getiriyorum, herhangi birini bir hayvana yaklaşırken gördüğümde, o ayrı… Neyse efenim geçelim, zaten bu yazının amacı hayvanseverlik, sevelim güzelleşelim “çocuklarımıza hayvan millet devlet sevgisini aşılayalım ah sevgili dostlar” diil… Sosyal içerikli mesaj vermek yerine gidip yedi cücelere verirsem prenses muamelesi göreceğimi öğrendiğim günden beri, toplumsal her türlü duyarlılığımı kirli bir mendil gibi buruşturup çöpe attım...
“şimdi senin bu yaptıklarının aynısını öbür dünyada o da sana yapıcak yaaağ” ya da öldükten sonra yapılacaklar listesi:
-Evet sevdiğim, senin bu dünyada bana yaptıklarının aynını ben de öbür dünyada sana yapıcam. Ben de öbür dünyada elime kör bir bıçak alıp, gözbebeklerini onunla deşicem. Sen bu fani dünyada bunu öyle bi ustalıkla yaptın ki ben içinden senin geçtiğin herhangi bi düş bile göremiyorum artık.
-Öbür dünyada ben de seni aldatıcam. Bana kendini sunan ilk kadına gidicem. Hımm… Demek ki öbür dünyada lezbiyen olucam. Ve hangi huriye göz düşürürsen onu kendime metres edicem, seni yüreğinden, erkekliğinden yaralıycam. Ağzına elektrik süpürgesinin ucunu sokup, gururunu emicem...
-Öbür dünyada uçurum sokucam içine, bomboş hissediceksin. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini bile bilmiyceksin. Duyguların, organların terk edecek seni. Ve sen sanayi tipi bi sıkacakta, sıkılıp suyu boşaltılmış portakal posası gibi hissediceksin...
-Öbür dünyada toprağından ayırıp, küçücük bi saksıya dikicem seni ve hiç su vermiycem sana. Sen, bir kaktüs gibi acını anlatamadığın için agresifleşip dikenlerini çıkarıcaksın. Ve onlar içine içine batıcak. Öz suyun gözyaşlarından fazlası olmuycak…
-Kafanı kesicem lan öbür dünyada. Çünkü ben, tek kibrit çakımlık ömrü olan kuru bir saman balyası gibi hissediyordum kendimi. Olması gereken yerde bi başım yoktu. Ve kargalar alay ediyorlardı, korkuluk bile değildim...
-İhanetini ilk öğrendiğimde teninin coğrafyasını çıkardığım avuçlarım nasıl alev aldıysa ilkin, öyle yakıcam senin avuçlarını ben de, öbür dünyada. Vatanım –ki o sendin- yağmalanıyor, varlığımın başkenti aşkım, haritadan siliniyordu işte. Öbür dünyada ben de seni sürgüne göndericem!
-İştahını kesicem öbür dünyada, tek lokma geçirmiycem boğazından.
-Gözkapaklarının ardına kamp kurucam, hep benimle yaşayacaksın ve korkucaksın kendinden. Gerçekten var mıydı bu kadın yoksa ben mi uydurdum diye.
-Bilinçaltını skerticem öbür dünyada. Tüm travmalarının başkahramanı olucam. İlk tokadının, ilk kaybının, ilk aşkının, ilk çükünün kalkmayışının, ilk erken boşalmanın ve ilk ölümünün… İçinde ne kadar yıkım varsa hepsi benim suretimde yeniden canlanacak. Öbür dünyada beni düşünmekten, hiç bir şey yapamıycaksın. Bu yüzden işsiz kalıcak, kiranı ödeyemiyceksin. Öbür dünyada kapına dayanan ev sahibi olucam!.. Tekme tokat atıcam seni evinden, huzurundan!
Düşündüm de külli zararmışsın lan! İnşallah vardır öbür dünya, okaayyy yamaşita kombambaaa kombambaaa amin!

“bugün gönlüm hoş değil” Abidin.

Bir rüyanın tortusu aslında günüme kalanlar. Sebebini biliyorum. Ben şimdi çekip gitsem… Gitsem… gitsem. Ama nasıl istiyorum yıkmayı, oldurduğum bişiyleri. Dinamitle patlatılan binalar gibi. Bahardan mı aşktan mı bu huzursuzluk hiç bilemem ama kundaklamalı sanki her şeyi.

Uçurumlar artık intiharı çağırmıyor ya da boşluk hissini ve uçurtmaları. Uçurum, bir olamama hali. Kendini “tek” ve “bir” edecek olana kavuşamama hali. Artık inandım, uçurum bir eski yara ve kapanırsa Allah imkanı. Kavuşursa uçurum diğer yarısına, o bir ve tek olana varma ihtimali…

…Ama düzen bozulur.  Mümkünsüzlük Allahsız…

Ben şimdi bir rüya aldım ya senin gözlerinden. Gördüklerim hangimizi yanıltır?