28 Aralık 2011 Çarşamba

Lancome Hypnose

Aşk, dostluk, sadakat gibi yalnızca sana bağlı olmayan kavramları ciddiye alma. Bir yüklem için en az iki öznenin şart olduğu cümleleri… Kaynağını her ne kadar senden alsa da bu saydıklarımın –ve bu liste uzar gider- bir muhatabı var. Bir karşı taraf. Ve onun sırtında taşıdığı geçmişi; ezberi, ahlakı, duyguları, ideolojisi… O’nun o olmasına sebep… O’nu sevmene sebep; yükü var… Yalnızca senin elinde değil hiçbir şey. Yalnızca onun da elinde değil… Kapılmamak en doğrusu…

Şüphesiz hepimiz aynı şeyleri yaşıyoruz. Süperkahramanlar ve şizofrenler hariç… Hemen hemen benzer şeyleri deneyimliyor, aynı dönemeçlerden geçiyor, aynı taşa takılıp dizimizi kanatıyoruz. Kalbimiz aynı ölçüde ağrıyor ve kesilince acıyor bileklerimiz. Hiçbirimizin hayatı diğerimizinkinden üstün ya da farklı değil. Eşit ölçüde değersiziz. Bu kesin.

Büyük umutsuzluğa düştüğüm zamanlarda etrafımdaki insanları daha çok izledim. Acıyı artık fiziksel olarak da hissettiğim tüm o katatonik anlarda. Nasıl olup da hala yemek yiyebildiklerini?.. Uyuyabildiklerini?.. Nasıl hala devam edebildiklerini?.. İçlerinde bu acıyla… İçlerinde bu zehirle nasıl, hala çıldırmadıklarını anlamaya çalıştım. Bir reçete, bir merhem bulabilmekti niyetim, iyileşebilmek için.

Anneannem öldükten üç gün sonra mezarına gitmiştim. Çok kötü kokuyordu. Muhtemelen çürümeye başlamış bedeninin kokusuydu yayılan. İnsanın en sevdiğiyle ilgili böyle bir anısının olması hafızasında, pek hoş bir şey değil aslında. O, derin acılar çekmiş bir kadındı. Ve hiçbir zaman bunu anlayamazdınız. Hissettirmemeye çalışırdı ne yaşadığını. O gün mezarlıkta ölülerin neden çürüdüklerini anladım; bu dünyanın bilgisi, içlerindeki o zehir…

Bugün kendi adıma, nasıl olup da çıldırmadığımı biliyorum. Uyuyorken, yemek yiyorken, “herşeye rağmen”ken, aslında bana ne olduğunu…

http://www.youtube.com/watch?v=BBeXF_lnj_M






27 Aralık 2011 Salı

katiyen! hanfendiliğimden ödün vermem:P


ee politika, karşınızdaki zat-ı muhteremin yandan yandan valideciğini mıncırırken, tatlı tatlı yüzüne bakabilme sanatına verilen addır. Çok affınıza sığınarak amiyane tabirle gülümseyereksikebilme sanatı da diyebiliriz kısaca. efenim bendeniz, bi miktar gelenekçi bir mizaca sahip olmamdan mütevellit, beşeri münasebetlerde bilhassa, politikadan tamamıyle uzağım. buradan gülümseyerek sikemiyorsam; gülmeyi ya da sikmeyi bilmediğim sonucuna varmayınız rica ederim. sadece tatlılarla tuzluları karıştırmadan yemeyi tercih ediyorum. evet. bu kadar. saygılar!

Giderken tutturduğunu sandığın ıslık, durmak üzere olan bir kalbin son arzusu olabilir. Yanıldın. Şu da var ki susmalısın artık, yoruldum...*

seninle olmamışlık hissi, bu canımı yakan sanıyordum. meğer dalından düşecek kadar olmuşum... ben artık cümle içinde bile kuramıyorum seni... yok ki telafisi yırtılan ipeğin.
kalbim azat etti seni, bağışladı... seni öldürdüğü yere beni gömdü sonra. yoktu başka telafisi "aşığım sana" demelerin.
ben beklemiyorum ama sen de gelme!
Biliyorum bi zaman sonra hem de az bi zaman sonra, senden bana hiç bişiy kalmıycak. Benim dönüp dönüp kendime yazdığım ve senin hiç haberdar olmadığın onbinlerce sözcük dışında. Olsun. Ne çıkar… Bana yeni cümleler kurmayı öğrettin, gizli özne nedir bildim mesela… Artık yüklemle de pek aram yok, senle olmamışlığımızı temsilen neticelendirmiyorum aşki hiç bi cümlemi… başka türlü bi acı ve gülme biçimi verdin bana! Eksik olma…

*eskilerden...

"bayrağı bayrak yapan bayrak imalatçılarıdır. toprak, eğer uğrunda ölen varsa utanmalıdır"*

kardeşim asker oldu benim... raprap vatan millet sakarya...

valla ne komünizm, ne anti militarizm işler bana bu saatten sonra.
devrimci kardeşlerim rica etsem mücadeleye ara verebilir misiniz?
kardeşim asker oldu benim... vatan millet olur ya...

sayın dış mihraklar, abede ve işbirlikçileri beyler merhaba, ooo ülkemizin stratejik konumuna bayılanlar da gelmiş, aman aman kimleri görüyorum yeraltı kaynaklarımıza göz dikenler hanım özlettiniz kendinizi, ortadoğuya ve dolayısıyla petrole hakim olmak için üzerimizde türlü oyunlar oynayanlar bey sizde mi buradaydınız? afiyettesiniz işallah, ayy ayy moskof domuzu eşiniz hanımefendi nasıllar, gavur tohumu hoşgeldin, amarigan ajanları yine çok şıksınız ve dünyayı yöneten skimsonik tarikatı özel bi isteğiniz var mı efenim?.. Hepinize hoşgeldiniz diyor ve programıma başlıyorum; Türkiye'yi kim anlatmışsa size yanlış anlatmış. valla bizde bi numara yok. yok iki tane mühim boğazı varmış da, yok bilmem ne. boğaz dediğin ne ki? bizde asgari ücretle çalışan nice ahmet amcalar, mehmet dayılar evlerinde sekiz on tane boğaza bakıyorlar. hiç de benim coğrafi konumum pek afili diyen bi ahmet amcaya mehmet dayıya rastlamadım ben. bunlar reklam kokan hareketler, kanmayın! stratejik konum dediğiniz gelip geçici, mühim olan iç güzellik... ama yok ısrarcıysanız meridyenleri birbirine düşürüp aralarını açtın mı, enlemden kesip boylama ekledin mi al sana mis gibi stratejik! zor diil yani... yeraltı kaynakları deseniz, bastığımız toprağın altında faili malumlardan başka bişiy yok. her gün toplu mezarlar çıkıyor. toprak kusuyor artık devleti inkar için, toprak kusuyor artık devleti ispat için... velhasıl bizim yeraltımızda, acı ve öfkeden başka kaynak yok... bi ortadoğu ortadoğu tutturmuş gidiyorsunuz kuzum. kum, toz, is, pas, cehennem gibi güneş... hiç yakıştıramadım bunu size. yani kapasiteniz bu kadar mı? yazık, çok yazık... oysa siz çok daha iyilerini hak ediyorsunuz benim gözümde. mars için şahane şeyler duydum mesela. çıtanızı yüksek tutmalı, aya hatta güneşe demokrasi götürmelisiniz bence. ortadoğu küçük hesap, size layık değil... rica etsem bu saydıklarımı sakin kafayla bi düşünür müsünüz?.. raprap sınırötesi ne gerek ya!

en küçük asker bizim asker! kardeşim çocuk benim. sakalı bıyığı seyrek henüz, arabalara ve kızlara zaafı var. tıpkı o arkasından yürüyecek yirmi kişi gibi... tıpkı arkasından gelicek ya da karşısına çıkacak binlercesi gibi... ana kuzusu... rütbeliler, yüzbinbaşıorkorgeneraller onlar ana kuzusu kapsamının elbette dışında! mehmetcik sen "hep" yaşa! sayın genelkurmaLım afedersiniz ama... nasil derlergh. siz çokh maşa!

kardeşimi "mayın operatörü" yapmışlar benim... bi vakit ca'anımız devletimiz bunun için israilden eşek almıştı ya... eşeği bitmiş şanlı ordumuzun zannımca... eşek niyetine sürecekler kardeşimi tarlaya. arkasında yirmi kişilik bir grupla...

ben kardeşime ne zaman eşşoğlu desem annem kızardı bana... şimdi gidip biber sürecek ordunun ağzına!..


*yine bloğu silmeden önceki yazılardan. takipçilerden biri  yollamış...
aslında "beton millet sakarya" bu yazı için daha uygun ama ben bunu daha çok seviyom;
http://www.youtube.com/watch?v=8yZFLoD2mys


26 Aralık 2011 Pazartesi

yani ki müdür, şahsi algılama durum budur;

Rüzgarlar ekiyorsun,
fırtınalar biçebilmek için...
Kimse bilmiyor...
Bir yapraksın...
Kimse bilmiyor.
Dalından düşmüş...
kimse bilmiyor...
Savrulmak...
Ve kaybolmak…
Ve şansın yaver giderse, 
yok olmak için…
Fırtınalarla beslenen…

-Sahi niçin kimse bilmiyor
ve kendini bunca önemsiyor?..

24 Aralık 2011 Cumartesi

ah siktiribok... canım sevgilim benim...

Ah Siktiribok, karanlığımın müsebbibi. Her şeye rağmen sevgilim benim.

Sana bu satırları, umutsuz, soğuk ve aydınlığın sızması için en ufak bir çatlağın dahi olmadığı kör bir gecede yazıyorum. Yalvarırım oku onu, ama yalnızca Çarşamba günleri. (Geriye kalan günlerde neyi okuyacağını biliyorsun.)

Siktiribok… Hala sevgilim benim…
Beni bıraktığın günü anımsıyor musun? Bir gövdem vardı. Senin çok sevdiğin gözlerim… Saçlarım uzamıştı. Saçlarım. Onlar hep sana doğru uzuyorlardı sanki. Ve kirpiklerim… Ellerim vardı sonra. Ve hep sana koşan ayaklarım. Sen o kapıdan çıktığında Siktiribok, canım sevgilim. Gövdem de gitti. Senin çok sevdiğin gözlerim ve kirpiklerim. Uzayan saçlarım ve ellerim… Ve sadece sana koşmak için yaratılmış olan ayaklarım. Terk ettiler beni… Bir oluş şekli olarak kaldım ardında. Açık yarayım sadece. Açık bir yara… Varoluşum bundan ibaret… İnan bana.

Siktiribok. Boğulduğum denizim benim.

Seni ne zaman sevdiğimi hatırlamıyorum. Nasıl sevdiğimi de. Sanki ruhumda bu bilgiyi taşıyarak gelmiştim dünyaya. Henüz anne karnındayken hatta… Sen vardın. Kutsal metinlerde bundan muhakkak söz ediliyor olmalı… (Aksini yalnızca kafirler iddia edebilir)
Dinle Siktiribok… Yakışıklı çarmıhım.

Yıllarca gülümseyişini sakladım, gözkapaklarımın hemen ardında. Kirpiklerimin arasında. Geçen gün sabun kaçtı gözüme ve ben gülümsemeni de yitirdim. Seni özledim Siktiribok… Gövdemi, ellerimi ve gözlerimi özledim. Var olmayı özledim. Daha fazla yok olacak parçam kalmadı. Gelebilir misin?..

Sabun kaçmasaydı gözüme ve gözümün olması gereken yerde seni yağan bir bulut olmasaydı… Gülümseyişini yitirmeseydim… Senden kalan tek hayali… Seninle birlikte terk etmeseydi varlığım beni, yazmazdım inan. İnan bana yazmazdım Siktiribok… “Gel” deme cüretini gösteremezdim.

Siktiribok… Asla ve asla gelmeyeceğini bildiğim sevgilim. Bu soğuk ve umutsuz gecede, açık bir yara olarak kaleme aldığım bu mektuba cevap vermeyeceğini de biliyorum. Sandığından çok şeyi biliyorum Siktiribok. Sana yazıyorum ve sana gel diyorum çünkü bu mektubu postaya verdiğim andan itibaren, güneş doğmak için bir sebep kazanacak… Ben her sabah dokuzdan akşam altıya kadar postacı yolu gözleyeceğim. Günlerin bir anlamı olucak. Ve yıllar sonra bir gün, postacıyı artık beklemeyeceğim. Bunu anlayabiliyor musun Siktiribok? Yaşamanın “sen” duygusuyla bir alakasının olması gerekiyor. Bekleyiş, umut, umutsuzluk… Kaynağını senden alan bir bağ… Ölüm, o bağın koptuğu andır… Ve bir gün o bağ kopacak. Artık postacıyı bekleyemez durumda olacağım... Ölmek eşittir mektup beklememek siktiribok. Ölmek eşittir artık ümit etmemek...
Hala sana yazıyorsam siktiribok…
Ve sana gel diyorsam biricik sevgilim, açık bir yaranın bile yaşama hakkının oluşundandır…


http://www.youtube.com/watch?v=3UYEZnhnVCg





"yine tersoya düştüm, kafamda harmanım…"

İşte orada “açlık” duruyor… bu gezegenden olmadığına yemin edebileceğim bir yaratık olarak tam karşımda ve gözleri gözlerimde. İnatla kalkmıyorum yerimden. Hareketsizliği bir tepki olarak sunuyorum ona. Bir isyan… Bir direniş biçimi. Sandığınızca pasif diil asla. Ne feci bir canavar bu “açlık”… midenin açlığı, kalbin açlığı, ruhun açlığı… Kendimde tek övünebiliceğim ya da belki beni bi miktar görünür kılan yegane özelliğimin ne olduğu sorulsa hiç düşünmeden inatçılığım derim. Bundan gurur duyuyorum evet. Sayesinde burnum da boktan çıkmıyor, ama konumuz bu diil… Ve o korkunç yaratık; açlık, şefkate muhtaç, doyurulmaya muhtaç, üşümüş ve çok korkmuş bir kız çocuğu gibi, herhangi bir sokak hayvanı gibi dudaklarını sarkıtarak, kekeleyerek ve ağlamaklı… dile geliyor. “acıktım. Doyur beni. Dolapta yiycek bişiyler olucaktı. Lütfen” inatla gülümsüyorum. Küçükemrah’ın bakışlarından, küçükemrahbakışlı herkesten nefret ediyorum. Tam karşıma gelip kurulurken öyle korkutucuydu ki. Bir an beni yutacağını sanmıştım. Aklım çıkıcaktı neredeyse. Hissedeceğim acıyı tahayyül etmeye çalışıyor, daha da korkuyordum. Onu önemsememeye çalıştım. Yok saymaya. Böylece kazanan ben oldum. Seni yendim “açlık” … Şimdi karşımda kıvranıyor. Yalvarıyor. Hayır. Tek lokma yemiycem… Boynunu büküyor. Susuşuyoruz karşılıklı. Ve sanıyorum o bir büyücü. Değilse bile, başkalarının düşüncelerini okuyabilen bir kahin. Bıçak gibi sustuğum anlarda sevdiğim adamı düşünüyorum. “açlık” bunu biliyor, dediğim gibi ya düşüncelerimi okuyor. Ya da bir büyücü gibi düşüncelerime yön veriyor ve “o”nu düşünmemi sağlıyor. Arasındaki ayrım kıl kadar ince kılıç kadar keskin… Sırat… “açlık” gözlerini gözlerime dikiyor ve “çok özledim onu. Lütfen ara.” Diyor. Bir an tuzağa düşeceğimi hissediyorum. Öyle ya “o” ekmek ve sudan fazlası. Ruhun açlığı, midenin açlığından çok daha ağır… çok daha elzem… Çok… Daha… Hayır bu tuzağa düşmemeliyim. Aramıyorum… Dudaklarını sarkıtarak sessizce gözyaşı döküyor “açlık”… Son bir gayretle bir kez daha bakıyor. Onu görmüyorum. Ve gidiyor. Duvarların arasından geçebildiğini hissediyorum. Çünkü burada bütün kapılar ve pencereler kapalı. Gitmesi için duvarlardan geçmesi gerek. Ve o şeffaf, bunu yapabilir… Kahveme uzanıyorum. Buz gibi olmuş. Hoşlanmayacağım bir soğukluk ellerimde. Kupanın soğukluğu. Hiç sevmem soğuk kahveyi. Ne önemi var, kahve işte. Bir yudum alıyorum. Dilimin ucu. Yanıyor. Dilimin ucunda acıyan bir kabarcığın uç verdiğini hissediyorum. Ona dokunuyorum. Ve o sanki canlı. Kımıl kımıl… Derken parmağımın her tarafını kaplayan kımıl kımıl bişiyler hissediyorum. Dilimi çekip dışarı çıkarıyorum. Ayakları var, hareket eden ayakları var dilimin, on’larca… Kocaman bir kırkayak… -kırkayaklar kahverengi bot giymezler-Ağzımın içinde… Bunca zaman bununla nasıl yaşadım?

Şimdi penceremin önünden geçip duran, her yanından sağlık zindelik fışkıran, ruhsal sağlamlık içinde yaşayan, düzenli, başarılı, sabahları dokuzda işinin başında olan, öğlen onikiotuz onüçotuz arasında House’da, Big Chefs’de, Paul’de yemek yiyen; çoğunlukla makarna ya da salatadan oluşur o öğün -tek bildiği anasının salçalı makarnası olan ve diğer İtalyanca isimleri telaffuz da edemediği için “ben penne arabiata rica ediciğim" diyen Çarşamba, Cuma ve Cumartesi akşamları dışarı çıkan, spor yapan, fönsüz gezmeyen, vizyondaki en sikindirik filmlere popüler olduğu için giderek gişe yaptıran, bestseller okuyan, osursa “osurdum” diye “tuvit” atan bu kalabalığa… camı açıp dilimi çıkarsam ve haykırsam; “kırkayaklar kahverengi bot giymezleeeeerrr”

Perdeyi çekiyorum. İçimden kriz halinde yükselen hiçbir isteğimi doyurmak istemiyorum. Koltuğumda oturuyorum. Bütün ömrümce tek yaptığım bu. Burada, bu koltukta oturmak. Masamın başında. Sağımda küçük kitaplığım… Solumda camın önünde yine kitaplar… Sonra defterler… Renk renk kalemler… Küçük saçma sapan bir kaktüs… Ginseng tableti… Tütün… sarma kağıdı… Kahve kupası... Devasa su bardağı… Çakmak ve sürekli temiz olmasını istediğim kül tablası… Onlara daha dikkatli ve daha yakından bakınca, gerçek yüzlerini görebiliyorum. Aslında kim olduklarını… Ya da ne… Beni kandırmak kolay değil… Bütün ömrüm boyunca ben bu ikiyüzlü nesnelerin dünyasında, bir yer seçmeye çalıştım kendime. Bir takvim… İleride “soğuk bir aralık akşamıydı” diye tanımlayacağım, dünyanın bütün diğer akşamlarından ayıracağım bir zaman aralığı… Şimdi onlara, ikiyüzlülüklerini haykırabilir, sizi yakaladım diye bağırabilirim. Ama dilim bi yere kaçmasın diye, onu ağzımın içine hapsettim. Susuyorum ve biliyorum. Sardığım tütünün, Kerem’in külleri olmadığına, sigaramı söndürdüğüm bu kültablasının henüz atımını yitirmemiş bir yürek olmadığına, işte bu tuttuğum, kahvemi yudumladığım kupanın dipçikle ezilmiş bir baş olmadığına, oturduğum koltuğun nalları dikmiş bir eşek olmadığına kim ikna edebilir beni?.. Bu bir soru cümlesi değildi… -tamam böyle olmadığını biliyoruz. yani sadece siz böyle olmadığını söylediğiniz için, biliyoruz. yazarken nesnelere anlam yükleme tuhaflığından kaçınmak gerekir-Hangisi nesne, hangisi çağrışım karışıyor bazan… “soğuk bir aralık akşamıydı” kırkayaklar kahverengi bot giymemekte ısrarcıydı… Ben ülkesine faydalı kırkayaklar yetiştirmekle yükümlü bir anne olarak onları cezalandırdım ve karanlık ağzıma kilitledim.

“soğuk bir aralık akşamıydı” bana tutku vericek herhangi bir şeye ya da birine rastlayacağımı ümit ediyordum. Tüm kapıları kapatmış, perdeleri çekmiştim. Birini sevmeye hazırlanmak, dünyayı kurtarmaya kalkışmak gibidir. Bir isyana hazırlanmak gibi… Bilirsiniz… Kocaman bir oyuk vardı evimin ortasında. Ben bu yüzden bütün ömrümce bu koltukta oturdum. Kocaman bir uçurum vardı evimin ortasında. Sıçramam gerekiyordu. Sıçrayabilmem içinse, düşünmemem… Sonra onun duvarlardan geçmediğini fark ettim. Şeffaf değildi o… Oyuğun içine, yatağını bulup da akan hınzır nehirler gibi sızmıştı. “açlık”… Bunu nasıl fark ettiğimi bilmiyorum. Nasıl anladığımı… Ama bildiğimden eminim. O, oyuğun içinde beni yutmak için bekliyordu. Beni ele geçiricek, tıkabasa yemek yememi sağlıycak, aşık edicek, seviştiricek, herhangi birine ya da eşyaya bağlılığımı geliştiricek, işimde yükselme isteğini kamçılıycak... Beni istediği gibi kullanıcaktı… Benim için hayat ürkütülmemesi gereken, şiirsel bir hadiseydi ve o, oyukta beni ele geçirmeyi bekliyordu… Nalları dikmiş ölü eşeğe daha da gömüldüm. Ve bağırdım. Kırkayağımı özgür bıraktım… Polisten daha hızlı koşabildiği için, hiç yakalanmıyor… Bir efsane o.

“soğuk bir aralık akşamıydı” ben, onun onüç yıl boyunca aklımda tuttuğum gözlerini artık unutmuş olduğumu fark ettim…

“soğuk bir aralık akşamıydı” ve bana tutku vericek herhangi bir şeye ya da birine rastlamayacağımdan emindim artık.

Işıkları yaktım. Perdeleri açtım. Işıklar yanınca ve perdeler açılınca yine bir tuzak oluştu. Bu camlar… Camlar sanki sırrın ardını da gösteren iki taraflı bir aynaya dönüşüyordu. Sırrın ardı, sokak… Düzenli hayatlar, memnun görünen insanlar, kendilerini seven insanlar, bir başkası için, bir şeyi yapmak için, bu dünya için, ekolojik sistem için gerekli olduklarından emin insanlar. Öyle ya, şu gördüğünüz A kişisinden başka hiç kimse ofisteki işleri düzene koyamaz, şu bozacıdan daha iyi boza satan yoktur ve boza çok önemli bir besin kaynağımızdır, şu B kişisi olmasa dükkan batar, en iyi satış temsilcisi o… Şu gördüğünüz kadın, köşedeki… O olmasa kocası yıkılır, çocukları savrulur gider… Kaldırımda duran kel kafalı adam kadar kimse iyi sıçamaz. Onun boku kanalizasyon fareleri için vitaminler ve mineraller bakımından en besleyici boktur. O fareler, şehrin kanalizasyon sistemini ayakta tutarlar ve tuvaletler taşmaz… şehir bok altında kalmaz. Çok gerekli insanlar, çok gerekli fareler… Aksini iddia edemeyeceğim, etsem de ihtimal dahilinde bile görmeyecek farelerveinsanlarveboklar… hiçbir duygusunu yüzlerinden okuyamadığım, birbirinin kopyası kalabalık güruh… Bu tarafında ben… Masam, koltuğum, kitaplarım… Nesneler mi çağrışımlar mı olduklarına hiçbir zaman emin olamayacağım “şey”ler… Bu tuzağa gönüllü düşüyorum. Camdan kendi yansıma bakıyorum. Her geçen gün, cesedime daha da çok benzediğimi görüyorum. Ve sokaktan cesetler geçiyor…

http://www.youtube.com/watch?v=VYCOg-yglNM&feature=share












23 Aralık 2011 Cuma

Mevzuya tamamen Fransız kalarak, Fransa’yı protestorejen… ee östrojen… Abidin neydi o? Prospektüs? Provitamin b5?.. Pırasa! Evet mevzuya tamamen Fransız kalarak olayı prada ediyorum. omg! Bi türlü doğru kelimeyi bulamıyorum. Siyaset yapmaya çalışırken Esra Ceyda kardeşlere döndüm. Bakınız bu çok önemli. Okumadığımız, bilmediğimiz, okuyup hala aklımızın basmadığı, gerzekleştiğimiz konularda ahkam kesersek, pembiş pembiş Esra oluruz, şişme bebek ağızlı Ceyda oluruz. Ben bu yazının ilk cümlesiyle oldum, netekim. Ve bu yazıyı ağzımı her an, içine bişiyler almaya hazırmış gibi büzdürerek, kenarında vinipoh resmi olan pempe baksırımla yazıyorum. Gerek yok böyle hassas mevzularla ilgili konuşmaya. Bakın, sözlerini ciddiye aldığımız, akıl fikir açan, ilham verici muhalif arkideşlerimiz tek kelime ediyorlar mı konu üstüne. Etmiyolar. Niye etmiyolar?.. Ne zaman Ermeni Soykırımı’yla ilgili bişiyler gündeme gelse bunlar hep sustular. Hep sustular. Başka bir gündemle uğraştılar. “sol” anahtarı gereği, memleketteki ince sesleri göstermeye gayret ettiler. İyi, tamam. Güzelsiniz. Özelsiniz. Yakışıklısınız ve çok çekici… Ama canım biz sizi okuyoruz, takip ediyoruz ve ne zaman bu ve benzeri ikircikli konularda açmaza düşsek, fikre ihtiyacımız olsa… Yahu fikre de ihtiyacımız olmayabilir, çok net de olabiliriz sadece okumak için de olabilir, dur bakalım ne demiş diye bi bakma gereği duyuyoruz. Duyuyoruz da n’oluyo? Ses seda yok abilerim aplalarım da. Ben artık sizin de samimiyetinize inanmıyorum. En çok konuşması gereken sizler iken, taş gibi sessizseniz muhalif kimliğinize, anarşist yanlarınıza saygı da duymuyorum. Demek ki hassas konularda tepki almaktan, tartışmaktan kaçınıyorsunuz. Tutuklamalar, gözaltılar, faşizm ve solun siyaset için olmazsa olmazı ezilen kürt halkları üzerinden kesinlikle güçlü, çoğunlukla haklı söylemlerinizle osbir çekiyorsunuz. “ne me quitte pas” aklımcım… Yoksa şüphen mi var?

Ben bu satırları yazarken “Yağmur yağıyor” diyor Abidin. Tıpkı, konuyla ilgili bi yaklaşım getirmesini, geliştirmesini beklediğim bi arkadaşın yaptığı gibi. Sadece"yağmur yağıyor" diyor... Sinirleniyorum. Ya ne yağacaktı gökten. Yarak mı yağacaktı? Sik mi yağacaktı. Tabii ki yağmur yağacak, kar yağacak amına koyim. Hee bi de evvel zaman içinde çamur ve kurbağa yağdığı rivayet edilir. Fransa’da. Bakınız yine mevzu döndü dolaştı Fransa’ya geldi. Ama ben burayı es geçiyorum. Haritada yerini sorsanız, bilmem zaten… Yoksa şüphen mi var?

Bir de “bizimkiler”e çok fena bi depresyon edebiyatı musallat oldu. Ve öyle yaygın ki. Biri başladı böyle yazmaya, kendine bi üslup seçti ve ne yalan söyleyim hoştu da. Sonra ciddi bi çoğunluk bu üslubu benimsedi. Kalemlerini böyle çalıştırdılar. Birbirinin kopyası, birbirinin taklidi yığınla memleket hali üzerine yazı… “isyanlar biriktiriyorum, evladını yitirmiş anaların gözyaşlarının değdiği kırık aynaların sırrından. Kadim zamanların suskusudur çığlıklarım. Şimdi öfkemizi keserek akıtma zamanıdır damarlarımızdan” bla bla bla. Ben uydurdum bu sikimsonik cümleyi. Ama böyle bi tuhaf bi garip bi dangalakça sözcük öbekleriyle Van anlatılıyor mesela. Katliamlar anlatılıyor… Okurken sanıyorum ki sistem yüzünden bunalıma girmiş, derin acılar çekiyorlar ve birazdan bileklerini kesicekler, toplu halde. Tüh ulan diyorum. Madem bu kadar kalabalıklar. Keşke bi eylem örgütleseler, açlık grevi ya da ne biliyim korsan... Bir ses olunur hiç diilse... İtiraf etmeliyim ki kalemşörlük yapıyorum şu an. ama siz de... yahut onlar... Ve birimizinki kurusıkı... Hoşlanmıyorum abidin. Ben bunalımdayken ya da platonik aşk yaşarken yazıyorum böyle boktan şeyler. Bana kalırsa sol, derdini anlatan, net ve temiz bir dili hak ediyor. Bunun bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Elbette yazının bir estetiği olmalı. Ama o estetik, bu estetik diil zannımca. Güçlü, tutkulu duygulardan ziyade, tutkulu düşünceler okumak istiyorum ben. Cezmi Ersöz’ün bi tık daha politik yazılarını diil. Leydi Makbet’in bir zaman makinasıyla günümüze, bi de yaşanacak başka memleket yokmuş gibi Türkiye’ye gelerek yazdığı yazılarını hiç diil! “Gelin faşizmin ruhları. Gelin alın benden kadınlığımı” tiksinç! Yoksa şüphen mi var?

Şimdi niye bu kadar sinirlendim ki?.. Hay Allah… Abidin? Lan acıba ben yazamıyorum diye olmasın. Politika üretemiyorum filan diye? Olabilir valla. İnsan kadar rezil bi bokunbombokboku yoktur kainatta. Herşey olabilir. Dolayısıyla kendi söylediklerinden bile şüphe duyan, bu esraceydakardeşlerçakmasıhatunkişisi’nin düşüncelerini dikkate almalı mı gibi bi sorunsal oluşuyor. Ve dolayısıyla “kendi söylediklerinden bile şüphe duyan, bu esraceydakardeşlerçakmasıhatunkişisi’nin düşüncelerini dikkate almalı mı gibi bi sorunsal oluşuyor” -dejavu oldum lan. hay Allah- cümlesini kurması bile aslında ciddiye alınmak için böyle yaptığını gösteriyor. Bir diğer ihtimal için bkz “ipimle kuşağım…” Yoksa şüphen mi var?







21 Aralık 2011 Çarşamba

MANİFESTO EVVELİ…

Yahut "hakikaten pardon, birine benzettim demek suretiyle huzurlarınızdan çekiliyorum efenim. esenlikler diliyorum" evveli;

Bir romancı var. Sir Terry Pratchett. Alzheimer teşhisi konulduktan sonra ölüm hakkını savunuyor. Ve İsviçre’de “destekli intihar” için bir klinik açıyor. Son derece şık bir klinik. Ölmek için buraya başvuruyorsunuz. Acısız, nasıl ölmeyi düşlüyorsanız aynen o biçimde, son yolculuğunuza çıkarılıyorsunuz. İsterseniz cenazenizle de ilgileniyorlar. Fiyatları hayli tuzlu… Haberi ilk duyduğumda Terry Pratchett’ın intiharının nasıl olduğunu merak ettim. Ama hayır henüz intihar etmemiş. Güneşli, güzel bir günü bekliyormuş ölmek için. O gün hiç gelmemiş mi yani, korkuyor işte diye alay ettim kendi kendime. Ama bitirmesi gereken bir roman varmış… Burada durdum. O an dünyanın da durduğunu farz edebiliriz. Eğer sizin de benim gibi sözcüklerle bir alıp veremediğiniz varsa, başka türlü bir varoluş biçimi bulamamışsanız ben gibi… Özetle; ya yazarsınız, ya ölürsünüz… Ortası yoktur, bu alacakaranlığa tahammülün… Zaman zaman katlanılmaz boyutlara ulaşan, içinizde taşıdığınız acının… Sahi neyin çilesi bu? Kendi adıma bilmiyorum. Sadece bir duygu var. Ayrılamayacağım bir duygu… Ayrılamayacağım bir insan gibi… Hep dün de, hep bugün de ve hep yarın da… Tüm varlığımla sürüklediğim bir duygu… Ya da tüm varlığımı sürükleyen… Hepsi bu.

Kitaplarla haşır neşir bir ergen iken, vaktiyle… Hayli sene evvel… Abilerimiz vardı, entelektüel. O abilerin nedense bi ortak paydası vardı “sen çok farklısın” … Kitaplarla haşır neşir bir ergen iken, vaktiyle… Seneler evveli. Bana “farklı” olduğumu söyleyen –ki bu lafı duyduğumda kendimi dünyanın en gerizekalı, en yeteneksiz, en çirkin ve en eziği hissediyordum. Öyle ya farklılık için enbibişiyler şart. Marlinmonro ve Aynştayna farklı diyen kimseyi görmedim şimdiye kadar. Birine çok güzel, diğerine dahi dediler sadece- bütün bu abiler “Tutunamayanları intihar etmeden önce okumayı düşünüyorum” örgütüne üye idiler. Bu, o zamanlar bir kalıptı. Kendine okur yazar süsü vermiş, abazan orta yaş grubunun, bulanık suda kütük rolü yapan timsahların kalıbı… Tutunamayanlar’ı dokuz on kez okudum. Defalarca kere intiharı denedim. Ama benim hiçbir intihar takvimim, Tutunamayanlar’ı okuduktan hemen sonrasına denk düşmez… Bilakis! Ben çok eğleniyorum o kitabı okurken.

Aziz yurttaşlarım. Dostlarım. Kuzucuklarım! Eğer intihar için bir reçete var ise, Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni okuyarak başlayın derim. Ardından Bulantı’yı dayadınız mı, hiç ara vermeden de Cioran, elbette Çürümenin Kitabı… Tamamsınız. Oldunuz siz. Ara öğün olarak Babaya Mektup ve Yaşama Uğraşı’nı tavsiye ederim... Oh no! Henüz bitmedi. "Ve gecenin sürprizi" yahut "ana yemek" yahut "doruk noktası" için de mutlaka Kayıp Zamanın İzinde olmalısınız. -Evet, ağır gıdalar biraz- Sonra mı? Ah canım… Törkiş dölayt. İnanın bana cesedinizin nasıl görüneceği kaygısı anlamsızlaşıyor. Acılı, acısız, sefil ya da görkemli… Fark etmiyor… Satır satır, cümle cümle “giderken” yazmayı planladığınız mektuplar zaman kaybına dönüşüyor, muhatapları anlamını yitiriyor… Gittikten sonra kimlerin nasıl ağlayıp, üzüleceği acı çekeceği merakı terk ediyor sizi… Cesediniz bulunur bulunmaz muhakkak perişan olan annenizle, –ki belki sevinicek kadın. Sevinmese de hafifleyecek. Fedakar cefakar dişikişi kostümünü biz giydirdik üzerlerine deri gibi ve hiçbir anne hiçbir çağda hiçbir yerde birey olamadı bu yüzden - sizden sonra kimseyi sevemeyeceği romantizmine kapıldığınız –şapşalsınız kuzum- sevgilinizle, kendi hayal dünyanızda kaldırdığınız cenazeniz için üzülmüyorsunuz artık. Komik geliyor hatta; henüz tasarım aşamasında olan intiharınızdan sonra ardınızda bıraktığınız insanların sizin için gözyaşı dökeceğinden emin olmak ve şimdiden onların acısını derinden hissedip, onlar adına gözyaşı dökmek… Yok olma isteği, kendi başına bir tutkuya dönüşüyor. Siz de dahil, her şeyi önemsizleştiren bir tutku… Tek başına bir varoluş biçimi; yokluğa karışmanın gizemi… Ah. Neredeyse unutuyordum. Şiirsel bir tema için, Çağrılmayan Yakup ve/veya Umutsuzlar Parkı’nı mutlaka denemelisiniz… Veda bile gerekmiyor. Hem çağıran olmayacak ki, dönüp ardınıza bakasınız.

Mezarı bekliyoruz. Mezarı. Beklerken de sıkılmamak için seviyoruz, kızıyoruz, gülüyoruz... Hayat; antre. Ve buradaki bozuk saat, dünyanın tüm bozuk saatlerinin aksine en az iki kereliğine de olsa doğru zamanı göstermiyor. Dindireceği, iyi edeceği söylenen şifa zamana, şimdi nasıl güvenebilirim... Bu yüzden her ölüm için "zamansız" deniliyor ya da "erken"... Oysa değil. Elbette bunu kendi zamanını seçenler için söylüyorum. Onlar... Kendini oyalayamayanlar... Kendini onaylamayanlar... Rutini bozanlar. Ruhlarının her hücresinde sivil itaatsizliği örgütleyip, kalkışanlar. Oyunbozanlar, sırayı bozanlar... Gidenler...


Bu yazının hiçbir değeri yok. Hiçbir edebi niteliği… Bir manifestoya başladım. İntihar Manifestosu. Nihilizmden başka bir ikna yöntemi arıyorum. “Gerçek”in kılıcından çok kopmak istemiyorum, sadece çocukluğun ve rüyaların o deli bilincine de sığınmak istemiyorum, İyi bir gözlemci ve gerçekçi olduğum söylenemez. Geleceği tahayyül edemiyorum. Yalnızca şiirler ve şiirsellik, ucuz depresyon edebiyatı gibi geliyor artık… Bilmiyorum. Hayatımın en zorlu yazma yolculuğuna çıktığımı hissediyorum. Tehlikeli bir serüven ama illa ki kurtuluşu müjdeleyen bir macera… Yok olmak ise mevzubahis diyorum, yeni bir dil istiyorum. Bir üslup… Tüy kadar uçucu… Kurşun gibi berrak…

edit: tamamen aklımdan çıkmış, bağışlıyın rica ederim. Müzik diil mi, olmazsa olmazımız. bizi coşkun ve deli ve delici sancılara gark eyleyen... sesler... sonsuz ve derin sesler... boşlukta öylece asılı duran ve yankılan ve hep duracak, kainatın hafızasından hiç silinmeyecek olan, delik deşik ruhların titreyişi; müzik...

benim için budur, develer tellal değil iken hatta;

http://www.youtube.com/watch?v=R_raXzIRgsA









13 Aralık 2011 Salı

"kaçyüzaltmışbeşgün geçerse geçsin sen geçmiyorsun..."

ki ben senin ilkokul sıralarında yere düşürdüğün kurşun kalem gibiyim; dışı sapasağlam, içi paramparça...

7 Aralık 2011 Çarşamba

telvin... ziyan... kesif... mıh...

bu aralar dört sözcükle aşk yaşıyorum abidinjeam "telvin" "ziyan" "mıh" ve "kesif" dün gece tam uyumaklıyım "ziyan" girdi aklıma bi gitmek bilmedi, derken yine "telvin" hephemencecik apardından "kesif"e "mıh"landım. bi de çizemediğim bi kulak var rüyalarımı vatan belleyen. bu kulak var ya bu kulak hıyarın önde gideni. hemen van gogh'lu bi espri yapıştırıcaksın biliyorum, sus. gözlerin filan da konuşmasın, o ebru gündeş'ini alır kafanda paralarım. lafın gelişi benimkisi yok aslında şiddettirmekli öfke ya da sevinmekli üzülmekli bir bazı duygularım. ya bişiy diycem. var abidin. yani o ruhun dokunma biçimi olan şeyler; duygular. kandırdım seni. ama şimdi ben bu hissettiklerimi nereme sokucam bilmiyorum. katlıyorum küçültüyorum yanlardan yanlardan açıyorum bazan. kırışık olan yerlerine buharlı ütü basıyorum. geometrik şekiller yapıyorum sonra, silindiri becerdim mi içinden davşan çıkan şapka yapıyorum, fular yapıyorum, artakalanları değerlendirip pirinç çorbası filan. derya baykal görse önümde tövbe eder diz çöker. o'kkadarr değerlendirmekli tutumlu seviyorum sevmiyorum. ben şimdi bu hissettiklerimle origami de yapıyorum. bi de ikebana vardı diil mi, küfür gibiymiş o da. ben hiç küfretmem. telvin, ziyan, mıh ve kesiften gayrısı yalan...
 
kaç kere oturdum. adı telvin olan, adı mıh olan, adı ziyan olan, adı kesif olan birer öykü ya da şiir yazıyım dedim, yazıp kurtuluyum. yok. dilsizleri ilk o zamanlarda anladım. bazı sözcükler bişiy yapıyorlar. büyücü onlar. ya da kötü kalpli... seni şişirip şişirip infilak noktasına getiriyorlar ve öylece bırakıyorlar. sonrası boşluk. ne patlayabiliyorsun ne de sönüyorsun...

o diil de abidin; "yalnızlık ayrıca şu da demek; ya ölüm, ya kitap... ama herşeyden önce alkol demek" demiş duras teyze. yazan kişinin yalnızlığından bahsederken. sonra başka bi yerlerinde kitabın "yazmasaydım alkol bağımlısı olurdum" demiş... doğrudur; ya yazarsın ya da sarhoş olursun...
-peki ya ikisini birden yapmaya kalkıştığında?
- ikisini birden yapmaya kalkıştığında abidin, kendini bu dünyanın dışına fırlatma işlemini başlatacak olan butona basmış olursun...
-fırlatma işlemini başlatmak için butona basılacaktır. bu işlemi onaylıyor musunuz?...
-miniktebessüm. şerefe abidinjimbeam

25 Kasım 2011 Cuma

rüyanda görürsen uyanma...

Hayatımın yası… Solan mevsimim.
İçimdeki mıh. Kalbimdeki har…
Adağımdır ağaran saçlarım, senindir al.
Bu bendeki kağıt kesiği…
Bu bendeki gün batımı… 
Açamayan çiçek…
Küskün çocuklar…
Ve göğün bütün yağmurları hatırandır, al.
Şimdi yetim bir dünyadır, denizini özleyen martılar…
Kök saldım yokluğuna. Beni ancak bir ağaç anlar. -Hasretle nasıl başa çıkar ağaçlar?..
Ya denizler, nasıl ağlar?..  
Ah bu bendeki sonbahar…
Bu bendeki kırık dal… kanımda solan kırmızı, kirpiklerimde kar, hasretindir yar…
Hiç olmazsa rüyalarımda sar…

13 Kasım 2011 Pazar

..................

"depremden kurtuldu, soğuktan öldü" diyorlar... ne kolay söylüyorlar...
ben aslında bilmiyorum. yani altı yaşında bir çocuğun böyle gitmesi... ben bu bilgiyle devam edicem şimdi diil mi yoluma. sıcak yastığıma başımı koyup, yorganıma daha bir sarılıcam. ve rüya görücem üstelik. sabah kalkıcam kahvaltımı edicem, bilgisayarımın başına geçicem. işimi yapıcam. belki dışarı çıkıcam. akşam arkadaşlarımla buluşucam. biz gülücez. biz ne zaman bir araya gelsek çok eğleniriz hep, gülücez. hatırlamıycaz bile van'ı, depremi. soğunu van'ın, ayazını... altı yaşında "soğuktan ölen" deniz'i...

ne devlete lanet yağdırmak, ne yardımlaşma çağrıları şimdi... hiçbiri hiçbiri. kitlendim. ben gerçekten ne diyeceğimi bilmiyorum. boğazımda bir kaya... yani bu olup bitenler karşısında çıldırmıyorsak bu sinirlerimizin ne kadar çelikten olduğunu mu gösterir? ve söylendiği gibi anne karnı gibi sıcaksa da cennetin şefkati, deniz mutlu olmayabilir ki orada. annesi yok, oyun arkadaşları yok, kimsesiz. cennet de olsa adı, bir başka sürgün yeri diil mi orası...

ama bununla nasıl baş edicez abidin?

2 Kasım 2011 Çarşamba

çadırımın üstüne şıp desin damlasın rica ederim

lan lan lan. ben var ya ben çok zekiyim oğlum. yani başka bi yerde filan doğsaymışım kesin büyük bi bok olurmuşum söyliyim. sabret abidincim sabret anlatıcam. bu hatun var ya bu hatun, üstün şüpheci kişilik, araştırmacı soruşturmacı bünye, bir dedektif inceliğindeki kıskıvrak zepzekasıyla bir sır perdesini aralamak üzere. sıkı dur.

şindi abidinjeam, kurban bayramının nasıl doğduğunu biliyosun. ibrahim, bir oğlum olursa onu kurban edicem diye bir dilekte bulunuyor. ve oğlu ismail doğuyor. bundan sonra doğal olarak, tanrıya verdiği sözü tutması gerekli. oğlunu kurban etmek zorunda. buradan senin alman gereken ders, dilek ile adağı birbirine karıştırmayacan. örneğin vazo diliyorsan bardak ada ki, vazo sende kalsın. bi de ne dilediğine dikkat et diye bi film repliği vardı ki o şu an mevzu dışı. neyse şekerim. asıl sen bombaya hazır mısın bombaya? o vakit yaslan arkana. ibrahim kim? abraham diye geçer tevratta. ya. abraham diyorum abidin, abraham, ne ismi? yaaa. mossad'a bağlaman için daha ne diyim. neyse bu biiir...

biz kurban bayramının doğuşu efsanelerini nereden öğrendik? kutsal kitaplardan ve eskiden evlerin duvarlarına asılırmış ya, halı gibi bi bişiyler. dokuma. onlardan öğrendik. buradan ipekyoluna ve ticarete bağlıyorum mevzuyu. bu ikiii...

dur dur sabret. asıl entrika geliyor. "yollarda doç, kurbanda goç" yaaaa.  sıkı tezgah ha adamım, ne dersin. ama seni yakaladım dodge! dodge nereli abidin?abede. yani zannımca. o yüzden bu kanıtı iki buçuk sayalım. peki aç bak bakıyım gogıl transleyte ne demekmiş dodge. sen zahmet etme ben söyliyim. atlatma demek. hile hurda demek. görüyosun ya dostum. pekala gökten goç inmemiş olabilir. abede ve mossadın ortadoğuyu kan gölüne çevirmek, petrole sahip olmak için üzerimizde oynadığı oyunlardan biri olabilir kurban kesme işi. bu üüüç.

"üzerine dohuuuuz ekle" 12. bir yıl 12 aydan oluşur abidin. kurban bayramı fikriyatı ve de hissiyatı, bir bazı münafıkların 12'de 1 kere yardımlaşmayı ve dayanışmayı hatırlaması üzerine kuruludur. evet farkındayım ramazan'da var ama ben şahsen şu an aramızda olmayan birinin arkasından konuşmayı kendime yakıştıramıyorum. hem onun adı ramazan diil, şeker bayramı. şeker bayramında şeker mi kesiyoz allasen. o zaman kurban bayramında da kurban kesmeyip çadır alalım:)

kıssadan hisse; kurban bayramında toplaşıp danaya gireceğimize van'daki depremzedeler için çadıra girelim a dostlar romalılar kankalar panpişler.

haydi allaaa emanet olun. ciuuu

31 Ekim 2011 Pazartesi

MAALESEF AMA…*

Bazı bazı sevmem ben, sorulmadan fikrimi söylemeyi…
Mutsuz diil, yalnızca suskundum. Onlar konuşuyorlardı, benim dahil olmadığım bir mevzuda. Birileri konuşurken siz dalar mısınız bodoslama. Bu çok saçma diil mi? Ne yapabilirsiniz ki? Sıkı bir dinleyici olup, neyse son kelimeleri havada yakalayıp, benceyle başlayan cümleler mi kurmak gerekir böyle durumlarda?..  Bu nasıl dedi biri sonra diğerine uzattı. Nasıl kelimesini ağlarla buluşmak üzere olan topu sıçrayarak, şans eseri kucaklayan gayretli kaleci gibi havada kaptım. “nasıl?” … “nasıl bence   nedenden sonra en anlamlı kelimedir. Soru işareti nasılla kurulan cümlelerin sonuna pek yakışır, soru işaretinin hemen akabinde iki tane nokta koyup, soru işaretinin noktasıyla birlikte üç noktaya tamamlayarak taçlandırırsanız soru cümlenizi bi derinliği bi anlamı olur, yani sanki… yani bence..” bu nasıl diye bana sorulmadığı için, diyemedim. Sustum ben…  buraları böyle güzel diil dedi, diğeri. “Güzel diil bence de beni burada saçma sapan bir durmak eylemiyle baş başa bırakmanız, güzel diil ve hatta şık bir hareket de diil… Oysa durmak bir eylem biçimi dahi diil, bi kişiliği… rengi kokusu olmayan bir durum… bi oluş şekli… ama tabii bence…” demedim. Yine sustum. Şurası sanki daha siyah olsa… dedi öteki. Sorulmadı ama “siyah bence çok güzel bi renktir. Karanlık olduğu düşünülüyor ama diil, tüm ışığı soğuran bi renk nasıl karanlık olabilir ki. Karanlık siyah diildir. Karanlık berbattır. Ama siyah harikadır… yani bence” demedim. Daha çok sustum. Başımı açık olan tvye çevirdim.
Suskun da diildim aksine salak gibi durmak halindeydim. Yani bu çok saçma. Ben oradaysam… yani bu benim çok değerli bi şahsiyet oluşumdan diil ama orada olmam gerektiği için oradaydım ve hala neyi bekliyorduk? Gözümü açık olan tvden hiç ayırmadım. “bitti mi” diye sormak geçiyordu aklımın ucundan ama dilimin ucu pek itibar göstermiyordu aklımın ucuna. İki ayrı uç işte. Boynumun üstünde kaotik bir kafa taşıdığımı söyleyen falcıyı, meslek odasına şikayet etmiş, görevden men ettirmiştim.

Kompliman…
Kompliman bana bir savaş terimi gibi geliyor. Cenevre Konvansiyonunda sanki tanımlanmış; harpte ve sulhta tarafların uyması gereken delikanlı bir savaş kuralı gibi. Sanki esir ordu komutanlarının rütbesini tanımak gibi bişiy… bişiy gibi… Bu yüzden pek itibar etmiyorum komplimanlara. Ve o “kompliman diil bunlar gerçek” dedi. Gülümsemem gerekiyormuş. Neden? Yüz kaslarım benden bağımsız çalışıyorlardı o an… Vücudumun her bir parçasının benden bağımsız bir kişiliği oluyor bazen. Buradan çok kişilikli bir vatandaş olduğum saçmalığına rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Ama bu umurumda olmaz. Yüz kaslarım benden öte benden ziyadeydi… İstesem de gülemezdim ki. Kötü ve fazlasıyla teatral bir oyunculuk sergileyip kahkaha attım. Bununla dalga geçtiğimin elbette farkındalardı. Ya da ben öyle umuyorum. İyi geceler demek çok da mühim diildi aslında…  Hem kompliman diilse de, gerçekse de ne yapabilirdim ki?.. Bu soru işaretinin yanındaki üç nokta, aslında o an ki çaresizliğimi vurgulamak için var, anlaşılıyor mu peki? Bu sonuncusu sadece soru cümlesiydi. Yani diyorum hayatta “gerçek” olan şeyler diyorum, bunlara karşı nasıl bir sorumluluğum olduğunu bilmiyordum. Hala da bildiğimi söyleyemem. Bu konuda bir eğitim almadım, böyle bir aile terbiyem de yok…  Cehaletimi "gerçek"in de bana karşı bir sorumluluk duymayışına verebilirim. ama sanki emin diilim...

Since 1453…
Bu Rumlar çok güzel adamlar esasen. Ama sirtaki yaparak kardeşimin sevdiceğini markeledikleri zaman diil. Bir de koca götlü kadın ayağıma bastığı zamanlarda da diil. Yaşlı bir Yunan önümde diz çöküp iki kere vurdu yere. Bu da komplimanmış. Sadece bakmak iyidir bazen. Ya da susmak. Ya da salak gibi durmak az önce yaptığım gibi… Ama iyi geceler demek sanki biraz mühimdi… Peçete attılar tepemden aşağı. peçeteler için harcanan emeği, kesilen ağaçları düşünmeden hiç bu ince ince emiş gücü berbat hafif sert bir miktar tülü andıran, tülü andırdığı için sanki büyülü kağıtımsı parçasının bir ruhu olup olmadığı… kafamı karıştırdı. Aklım bununla fazlasıyla meşguldü ki aleko, yorgo ya da markos ne fark eder görmedim zatı muhterem’in; elimden tutup sirtakiye kaldırdığını. Kompliman yapmış aleko, yorgo ya da markos ne fark eder görmedim zatı muhterem. Kardeşimin sevdiceğini markeliyorlardı… İyi geceler demek, iyi bişiy diildi sanki. Koca götlü kadın mütemadiyen ayağıma basıyordu. Acıdan ve öfkeden tam “since 1453” diye bağıracaktım ki peçete yağdı tepemden, susup baktım. Yine yalnızca. Peçetenin ruhu varsa ve düşüyorsa o da benim gibi, sanki o düşmüyor da uçuyor gibi, süzülüyordu… Peçetenin ruhu, ruhuma nispet yapıyordu. Peçetenin ruhunun ruhuma kastı vardı sanki… Benimkisi daha sert düştü… İyi geceler demek çok saçma bişiydi ulan…

Eski sevgiliyle karşılaşmak gibi…
Rembetiko dediğin öyle sabahlara kadar sürmeyebilir. Anlatılan senin hikayen de olsa. Ki benim hikayemi sorsanız, tek kelime bile etmeyebilir, köle pazarında. Köle pazarı niye geldi aklıma bilmiyorum. Ama rembetiko ya mevzu, göçmen halklar yani ki zorunlu sürgünler… köle pazarının tüm bu olanlarla ne ilgisi var?..  sabaha kadar sürmeyebilir bazen rembetiko dediğin. Ama ben sabaha kadar sürebilirdim. Bu kadar çok susarken nehirler gibi uzadığımı hissediyorum. Uzamak deyince ister istemez volta almakı soslayıp, üç beş parça rokayla servis ediyor, beynimin en avam hücreleri. Volta almak pek avam bi laf. Ama severim kafam güzelken, volta almayı…

çatı katı…
bu kaybedenler niçin hep çatı katı, tavan arası bodrum gibi yerlere konuşlanır ki… Gittik. Bir vakit bir eski sevgilim, beni bu kadınla aldatmıştı. Kadın gelip bana anlatmıştı, ben hiç merak etmezken. Hatta bilmeyi istemezken. Bilmesem ne değişirdi bugün, diye düşünmemek de bi acı… Sonra biz kadınla “dost” olmuştuk. Bu kadın hep benim eski sevgilim olarak kalıcak. Gördü beni. Sarıldı sıkıca. Eski sevgiliyle karşılaşmış gibi… kalabalıktı çevresi. Bu gece için ondan medet uman abiler amcalarla… eski sevgilimin nadide hatırası, dört yanı denizlerle çevrili bir ada gibi vaat doluydu. Ilımandı iklimi. İyi geceler demenin aksine çok da önemli bişiy olduğunu düşünürken suçüstüledim kendimi.  Yeni tanıştığım daha doğrusu susmadığım insanlar pek severler beni. Neden bilmiyorum. Bilseydim gece boyunca çekilen fotoğraflarımı da beğenebilirdim. Onlar beğendi, ben beğenmedim nihayet o da beni beğenmiyordu… Elleri ne kadar güzeldi. Parmakları esasen… uzun, temiz… İyi geceler demek hayat kurtarabilirdi aslında…
Güzel kadınmışım, hem de çoğundan. Kakülüm ve kırmızı rujum sebebine Fransız kadınlarına benzettiler beni. Ben duruma fazlasıyla fransızdım zaten, kadınına benzesem ne çıkar. Zekiymişim, çoğulundan… Özelmişim, en hakikisinden. Hakiki dediğiniz mürşit ilimdir, fendir benim bildiğim demedim. Yok bu kez susmaktan, mutsuzluktan ya da salak gibi durmaktan diil. Lüzumlu görmemekten. Diyemedim diil, demedim. Güzel imişim, zeki imişim, özel imişim…  bundan sana ne yahut bana ne… komplimanlarla bir sorunum var zannımca… komplimanlarla asıl sorunum zannımca; aslında bir tek o'ndan duymayı arzularken bunları bi yığın gereksiz adamın söylemesi... evet sorunum bununla. böyle durumlarda hayaligücümkardeşim'in dimağı korku filmlerine malzeme olabilecek nitelikte ucuz şiddet sahneleri örgütlüyor... susmak yine bir çare, bir olgunluk belirtisi olarak kendine yer buluyor.

O... O'nu... O'ndan... O'na... O harfi yahut üçüncü tekil şahıs, sanıyorum tanrıdan sonra benim için ilk kez çok yoğun şeyler ifade ediyor...

iyi geceler demek bazen hayata döndürebilir esasında… elbet, diyen için...
Bir mail atması gerekiyordu bana. O'nun; zatı şahanemin... Yani atsaydı hemen, eve gider gitmez hatta… bişiydi bu. Bişiy gibi mutlu… bişiy gibi güç verici dayanmak ve katlanmak hususlarında…

iyi geceler demek bir gereksiz  kusurlu hareketti aslında.

"hadi insafa gel... fazla nazlanırsan derdimden öleceğim..."
http://www.youtube.com/watch?v=Se-2TR7YNKQ


*yep aynen. aynı eleman bunu da arşivlemiş, ben de huzurlarınıza çıkarıyorum. çok bi skimmiş gibi

TIRNAKLARIMI SÖKTÜM BUGÜN BÜTÜN GÜN*

Bacaklarımın arasından tabutlar sızdığını gördüm. Yemin ederim gördüm dedim. Dalga geçtiler benimle. Artaud’nun Kan Fışkırması’ndan esinlenme bir imgeydi belki. Ama hala gördüğüme yemin edebilirim. İnanmasanız da…

Bir kadının; unutulmuş, sevilmemiş, kırılmış bir kadının saçlarını kazıtmasından daha doğal ne olabilir ki dedim. Gülümsemekle yetindiler, olgunlukla karşıladılar sağ olsunlar. Ama ben yemin edebilirdim yine de; doğal olan, o kadının uzun ve siyah saçlarını, umutsuzluğunu kendine ayna yaparak kesmesiydi… Ya da siz daha iyisini bilirsiniz.

Unutulmuş, sevilmemiş, kırılmış ve saçlarını kazıtmış bir kadının, bir hayvan vardı içinde. Yaralı ve yırtıcı bir hayvan… Hiç susmuyordu, sürekli böğürüyor, uluyordu. Ve can çekişiyordu acıdan... Debelendikçe pençelerini  iç organlarına geçiriyor, kadının içini deşeliyordu... Kadın hemen yanınızda duruyordu, susuyordu, konuşmuyordu, sızlanmıyordu, gülümsemiyordu ama ağlamıyordu da. İçinde acı çeken ve yaralı ve de yırtıcı bir hayvan vardı. Av yasağı koydu söz sahibi insanlar…

Bir kadının göğüslerini kesmesinden daha iyi bir protesto olamaz dedim, yuhaladılar. Ben de gittim her birinin memelerine biber sürdüm. Yavru kediler bir an önce sütten kesilsin diye. İnanıp inanmamak size kalmış…


Sevdiklerine sadece tırnaklarıyla tutunan bir kadının, bir gün, onları genellikle kırmızıya zaman zaman da laciverte boyamaktan vazgeçmesi intihardır dedim. Abarttığımı söylediler. Kadın en sevdiğinin etine geçirmişti tırnaklarını, her gün boyuyordu onları. Genellikle kırmızıya zaman zaman da laciverte. Önce boyamaktan vazgeçti. Sonra bütün gün tırnaklarını söktü, tek tek, yavaş yavaş ve özenerek. En sevdiğinden söküldü kadın, o öldü... Evdeki bütün ağrı kesicileri çocukların ulaşamayacağı yerlerde muhafaza ediyordu anneler…
En sevdiğiniz ölünün rüyanıza bari gelmesini istiyorsanız, tırnaklarınızı sökün ve yastığınızın altına koyun dedim, ters ters bakıp, cıkcıkladılar. Bu kadarı da fazla der gibi yaptılar. Sözümü dinleselerdi, en sevdikleri ölü rüyalarına gelecek ve onları gözlerinden öpecekti. Çok şey kaybettiler. O halde karışmayalım, özlemekle yetinsinler… Ya da belki sizin çok daha iyi bir öneriniz vardır, her zaman olduğu gibi...

Tüm kutsal kitaplar, yasaklı kitaplarımla birlikte mahalle fırınında yakılmıştı. Ben bu yüzden nasıl ibadet etmem gerektiğini bilmiyordum. Tüm bir mahalle, benim kitaplarımdan beslenen ateşte pişen ekmekleri yediği için bu kadar inançlı insanlar haline gelmişlerdi. O ekmeklere yetişemedim. yetişemediğim için artık bir kutsalım yok dedim, camın önüne ekmek kırıntısı koymaya başladı annem. Yine de tanrı bana onu daha fazla sevebilmem için izin vermedi...

Bildiriler dağıttım tanrı beni terk etti diye. İmza topladım yeniden sevsin diye. Sürekli karanlık için bir dakika aydınlık eylemleri örgütledim. Karanlıkta yollarımız daha sık kesişiyordu sizinle. Aynı ıslığı çalıyorduk, gözlerimizin büyüklüğü aynıydı, adımlarımız eşit derecede ürkekti karanlıkta... Polis çağırdınız. Tekme tokat sürgün edildim hayallerimden. Ama yine de siz neylerseniz güzel eylersiniz, diil mi?..

Şimdi bir sürgün masalından yazıyorum bu satırları size. Yanı başımda Nazım, saman sarısı bir hayalle yaşlanmakta. Vera dedikçe ben, Nazım’ın yüzünde yeni bir çizgi daha beliriyor. Sürgünde geçen her günüm için bir çentik atıyorum yüzüne, şiirine…

Her bir çentik, ömrüme devrilen bir çınar… Size dalından kopan bir yaprağın ama her hangi bir yaprağın, kopmadan hemen önce çıkardığı sesten bahsetmiştim. Hatırlamazsınız tabii. O'nun unuttuğunu hatırlayıp da niçin kirletesiniz ki hafızalarınızı. Sizi anlıyorum ve bu çabanızı onaylıyorum… Bir yaprak ama her hangi bir yaprak, dalından kopmazdan az evvel ağrılı bir ses çıkarıyor; kırılan bir boyun gibi, sapanla avlanan bir serçe gibi, kalp krizi geçirir gibi… Belki sonbahar bu yüzden ağrılı bir mevsimdir. Belki sürgün bu yüzden ağrılı bir coğrafyadır… Bunun için de yemin edebilirim. Hem de iki ayağım yere basarak. Ellerim tuzun ve kor kutsal kitabın üzerinde… Gözlerimi hiç kaçırmadan… Ama siz yine de bana inanmayın…

*blogu silmeden önceki yazılarımdan. bi arkadaş gönderdi sağolsun

ez mirım mirım...

van'ı anlatmak için oturdum yazıya ama Yunus için açılmış facebook sayfasını gördüm. düğüm düğüm boğazımda sözcükler. van, katıksız acının adıdır bugün. yerkabuğunun cinnet-i ruhiyesi... kişinin dünyasının başına yıkılmasıdır deprem.

Yunus enkazdan çıkarılırken “ez mirım mirım” diye mırıldanıyor ve etraftakiler “ne dediği anlaşılamadı” diyorlar... “ölüyorum ölüyorum” demekmiş “ez mirım mirım” silinmeyecek hafızamdan...

Hepimiz onu o fotoğrafıyla hatırlayacağız. –mezarlıklarla ölülerle ilgili efsaneler dinler korkardık çocukken. Yunus’un üzerine kapanmış bir ceset vardı. Eli, Yunus’un omzundaydı. Korkmamak için belki şarkı söyledi- Nüfus cüzdanı dışındaki tek fotoğrafının bu olduğu söylendi. Sonra arkadaşları onun adına bir facebook hesabı açtılar. Yunus yine bir internet kafede bilgisayarın kamerasıyla birkaç fotoğrafını çekmiş. Yok başka fotoğrafı. Olan üç dört taneyi de kendi çekmiş işte. Fotoğrafsız bir çocukluk ne demektir bilir misiniz? Yoksulluktur. Yoksunluktur.
Büyük yalnızlıktır. Onların “anı” diye saklayabilecekleri özel an’ları yoktur. İhmal edilmiştir onların çocukluğu. Ziyandır. Doyması gereken bir gırtlaktan başka bir şey değildir fotoğrafsız çocukluklar.  Hiç bir önemi yoktur onların yaş günlerinin, diploma törenlerinin, kişisel tarihlerinin… Onlar yüzlerinin coğrafyasının yıllar geçtikçe nasıl değiştiğini bilemezler, gözlemleyemezler. Kazara kalabalık bir fotoğraf çekilecekse en sondaki yarım yüzlü çocuktur onlar. Fotoğrafa sonradan iliştirilmiş gibidirler. Bi zaman sonra o çocuklar kendi fotoğraflarını kendileri çekerler pc kamerasıyla ya da cep telefonuyla. Çünkü onları o an’da, saklamaya korumaya çalışacak sevenleri ya yoktur ya da pek azdır. Kendi fotoğraflarını kendileri çekerler ve “biz” onlarla “apaçi” diye dalga geçeriz.

Yunus, bu “apaçi” fotoğraflarından birinin altına “sen sevmeye de sevilmeye de layık değilsin VEFASIZ” yazmış. Onüçünde kalp yarası nedir bilmiş Yunus. Kim bilir nasıl sevdi, nasıl kırıldı, niye küstü acaba… Kızın saçını çekti belki“seni seviyorum” der gibi. Olur olmaz dalaştı kızla. Derste öğretmeni dinlemeyip kıza baktı, hülyalara daldı belki. Eli de yanağındaydı mutlaka. Sırıttığına da eminim. Sonra öğretmeni okuma parçasına “Yunus sen devam et” dedi. Yunus bilmiyor ki ne okunuyor, arkadaşı hangi paragrafın hangi satırında kaldı türkçe dersinin. Cetvel yedi eline belki bu yüzden. Belki de tek ayak üstünde yüzü duvara dönük bekletildi. Sıkılması, dengede durmaya çalışması neyse de kıza rezil oldu, o kötü. Allah’tan sırtı sınıfa dönüktü de kızın bakışlarını görmedi, bir bununla rahatladı Yunus. Evine kadar uzaktan peşinden gitti belki. Kız dönüp dönüp arkasına baktı, tatlı tatlı gülümsedi belki. Belki de "ne var be" diye çemkirdi. üzüldü Yunus. "sana ne senin mi bu yol. ben de o tarafa gidiyom" diye üste çıkmaya çalıştı.  Kız altta kalmadı belki "bizim evin yolu burası" dedi. Yunus alaycı "yok ya tapusu sende mi. Allaan yolu" dedi belki de. Hiç açık etmedi boyundan büyük sevdasını. Belki de “Yunus sana arkadaşlık teklif ediyor” diye haber saldı bir arkadaşıyla. Kimse o küçük kız, bilsin ki Yunus, onu sonsuza dek sevdi.  kırgınlığı da sonsuza dek sürdü ama… Bunu da bir Yunus biliyor. Kalbinde babasına duyduğu korku ve sevdiğine duyduğu kırgınlıkla gitti  işteYunus… Gitti, hikayedeki balinanın karnına.





25 Ekim 2011 Salı

güzel günler göreceğiz çocuklar

Van’a gönderilen yardım kolilerinden taş, tahta ve çakıl taşı çıkmış. Ptt kargo aracılığıyla gönderilen 26 koliden de türk bayrağı…

Facebook’tan twitter’dan da bir durum güncellemesi “arkadaşlar lütfen van’da polisin acil biber gazına ihtiyacı varmış. Bulunduğunuz illerin emniyet müdürlüğüne yardımlarınızı bırakın”

Şaka diil, gerçek bunlar. Kaldı ki şakası bile kötü. Ama ben şahsen çok güldüm. Kahkaha attım, sandalyeden düşüyordum hatta. bu ırkçı boklar biraz çabayla sirkte filan çalışabilirler hani. fıstık filan atarız izlerken.

Çöpten kağıt atığı, karton filan toplayan çocuklar da bugün Kadıköy belediyesine topladıkları kolileri bağışladılar. Tek sermayelerini… Sizin o çocuklar kadar bile yüreğiniz yok.

Yunus öldü lan. Napıyosunuz siz? Yunus babasının sekizinci çocuğu. Depreme internet kafede yakalandı. Biz onu koca kara gözlerini açmış, enkaz altından çıkarılırken tanıdık. Çıkar çıkmaz sorduğu ilk soru saatin kaç olduğuydu. “akşam on” dediklerinde “eyvah çok geç olmuş. Babama söylemeyin” demişti. Yunus öldü. Mucize yarım kaldı manşetini attı gazeteler. Yunus koca kara gözlerini dikmiş bize bakıyordu, enkaz altında başka bir cesedin eli Yunus’un omzundaydı fotoğrafta. Kapandı onun kara kocaman gözleri…

başka Yunus'lara sözümüz olsun;

16 Ekim 2011 Pazar

bu da bugün böyle...

"tanrı beni sadece onu sevmem için lanetlemiş" diyen abidin'in sevdiceğiyle arasına ölümcül bi suskunluk girdi. şimdi de diyor ki "bi daha içinden onun geçtiği bi düş görürsem gözlerimi kurşuna dizsinler"

ben bugün, ilk gözlerimden öldüm...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

KARA ÇOCUK ŞARKISI / ÇAĞATAY'A

Ağrılardan bir dağ geldi oturdu ömrümüze…
Ama sen masal kuşlarını küstürme.
Onlar getirecek güneşi, karanlık göğümüze…
Tükenme!

Su durur, Ay unutur
Bakışsız kalır deniz, mavisi solar
mehtapsız kalır aşıklar…
Tükenme!

Çarpa çarpa kırar boynunu serçeler, göğsümün kafesinde
Ritmini yitirir solumdaki kan gülü
kurur orada… Öylece…
Kara çocuk… Tükenme!

Kırılan kemik… Atomlarına ayrılan biblo,
Tuz ve nar aşkına!
Yani ki, kanayan kolumuz kanadımız, adımlarımız…
dağılan avuç içi haritamız aşkına!
Bitme!

-Ki olmaz… Olmaz böyle dağılmak.
Sevgilinin saçları rüzgarda dağılır örneğin
Bir çocuk gülümser, bulutlar dağılır örneğin…
Yok. değil bu benim bildiğim,
dağılmak…
Kırılmak… Ağrımak… Başka.

Dünya adaletsiz çocuk… Dünya zorba
Belki eşitleniriz bir gün aşkla
Bu kekeme, toz ve duman şarkıyı iyi belle;

-Öyle durdum ki sana, demirim pas içinde.
İçime susmaktan, derinde besmelem, yosun içinde.
Besmelem ki…
Dağılan… Kırılan… Ağrıyan… Kara çocuk.
Buna “amin” de.

Kalk!
Al göğüme bıraktığın yağmurları
Al bu satırları…
-Ah yetmiyor… Yetmiyor hiç bir sözcük iyileştirmeye…
Bir hayali yeniden kurmak için söz sırası ellerimizde.
Ama ellerin senin,
Yok… ellerin gibisi yok…

Kıpırda!
Yürüdükçe sancıyan bir yolu geçeceğiz birlikte
Ve baharın yeşilini akıtacağım,
incinmiş bilek gibi bakan gözlerine…
Değil bu… solmanın sırası hiç değil…
Düşüp de kalmanın, yıldız saymanın…

Durma!
Adı illa ki umut olan bir çağa tay gibi koşmak gerektir
Un ufak olsa da sol yanımız, kara çocuk, sevdayla…

15 Ağustos 2011 Pazartesi

omg. idrak

feysbukta yazdıklarımı 6 kişi beğenince blog açmaya karar verdim:)))))
takipçi sayım 69... :sssss
bence bu bana evrenin "naber la ibiş" deme şekli.:((((((
aklıma hiç başka şeyler getirmiyorum.

aha! aha! aha!
da! da! daaaaaaa!

http://www.youtube.com/watch?v=QDXaW8lfjKk

yansın böyle sabahların alayı

yansın böyle sabahların alayı, su veren itfaiyenin hortumunu skeyim. hıhı. evet. özetle bu.

ne vazgeçerim kuranımdan... ne dilimin şiirinden
ne arabeskin sarısından, ne kalemimin karasından...
gözümün elasından yeşilini akıtsam da dünyaya
kör değilim sandığınızca
ve dilsizim, sandığınız gibi  kırılganım da oysa

ben güneşin sofrasına gidiyorum, siz bokunuzda boncuk arayın
ben susuyorum, siz yavşak gevşek konuşun.
ıskartaya çıkarıyorum kendimi
siz dönme dolabınızda, kusmuğunuzda boğulun.
köprüden atlayın patır patır, ama ölmeyin
-ve burası dublaj türkçesiyle;
dilerim cehennemde yanarsınız ve bittiğini sandığınızda yeniden başlar
ooouuv yeah

2 Ağustos 2011 Salı

umarım ihtiyacı olan birine gidiyordur, benden alınan mutluluk

tek bir bakışla, boktan bi lafla ömrümden onlarca yılımı alan insanlar var. oturup adamakıllı bi hesap yaptım. buna göre ortalama ömrümü tamamlamış sayılıyorum. kalem kalem sıralayabilirim ama hakkaten can sıkıcı, ne gerek var. sayılar ve matematiğin duygusuz olduğunu düşünüyorum. sıfırda ya da birde ya da binde en ufak bi duygu kırıntısı olsaydı eğer, ya da toplamada çıkarmada bölmede çarpmada -ve dikkat ederseniz ne kadar şiddetli isimler; çarpma bölme toplama çıkarma- evet, duygusu olsaydı sayıların, vicdanı ve merhameti... genelde fakir çocukları matematikten çakmazdı... çünkü o fakir çocuklarının fakir aileleri, çocukların zihinsel ve bedensel gelişimi için yeterli vitamini, omega bilmemneyi, b bilmem kaç vitaminini, protein ve kalsiyumu... yani ki gerekli besini alabilecek güçte değillerdir. matematik bilimi, bir kez daha vurur tenceresinde et kaynamayan aileyi. ve ders kitapları, önlük masrafları, ayakkabısı çantası... matematikten çakınca sınıfta kalır fakir çocuğu ve  forması eskir, küçük gelir. piçe bak lan, hem fakir hem de büyüyor... yeni forma almak için sonu tl ile biten yeni sayılar gerektir. "baba" o sayılara çarpa çarpa heba eder, "babalığını". oysa baba, bir sayı olsaydı eğer onyüzbintrilyonmilyar olmalıydı... susuyum ben iyisi mi.  

 "matematikten çakan tek bi çocuk dahi olmazdı yeryüzünde" sayıların vicdanı olsaydı eğer, diyerek bu fukara edebiyatına an itibariyle son veriyorum.

yaptığım hesabın sonucuna göre beni yaralayanlar sayesinde her an ölebilirim; sabaha çıkmayabilir, akşama ermeyebilirim. yine de aralarından bazıları için temennim şu; umarım benden aldıklarını kendi ömürlerine ekliyorlardır. ya da... Ne bileyim... yaşanmamış onlarca yıl... alınamamış milyarlarca nefes... ziyan olmasın yazıktır. üst üste koyunca genç bir ömür, nice taze bahar eder...

benden gidenler; soluğum, coşkularım sevinçlerim, kulağımın duymayı özlediği o güzel sesler... yani ki ömrüm...

yani... ben duymuyorsam "o"nun "seni seviyorum" deyişini, kulaklarımın hak ettiğini... umarım ihtiyacı olan biri duyuyordur...

yani... güneşi coşkuyla karşılamıyorsam artık, umarım ihtiyacı olan birine gitmiştir benden alınan coşku...

anne kucağının huzuru ve güveni yoksa artık hayatımda, umarım ihtiyacı olan biri o huzura sahiptir...

yani... hani ciğerlerim, nefesim? ihtiyacı olan biri soluyordur umarım benim ciğerlerimle...

bu şakaya gülmedim ben... Ya da gülümsememi gerektirecek mutlu bi anım olmadı... umarım ihtiyaç sahibi olan birine gitmiştir benim o "an"ım... gülümseyişim...

velhasıl ömrüm; benden alınan her şey  "umarım ihtiyacı olan birine gidiyordur"

ben daha ne diyim...

25 Temmuz 2011 Pazartesi

özledim...

durduk yere aklına düşsem mesela... ve elbet kalbine... "uyuyor musun" desen bana gecenin bu vaktinde. ıı ıı artık rüyalardan kaçıyorum, "uyumuyorum."

"nasılsın" desen sonra... iyi olan ne varsa seninle var. "iyi diilim"

"gel" desen bol l harfiyle yazılmış bir "gellllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll"

aslında her şey bu kadar basit ve bu kadar sade...

ben özledim.

24 Temmuz 2011 Pazar

AĞZI DOLUYKEN KONUŞAMAYAN SANATSEVER ŞAHSİYET

Günler sonra nazlı yarime kavuşup da sevinçle boynuna atıldığımda, boğazındaki ısırığı gördüm. Hatun nasıl bi renk cümbüşü yaratmış anlatamam. Pembeden yeşile ve sonra oradan mora sıcak geçişler yapmış minik dil ve diş darbeleriyle. Hele o köpek dişlerinin yarattığı morluk, renk skalasında yeni bir yer edinmeye aday. Resim sanatında renk ve armoni kurallarını yeniden yorumlamaya açabilecek nitelikte, başarılı bir çalışma söz konusuydu, takdir ettim, tezahürat yaptım, alkışladım. haygıyloğ heğ…heğildim hönün… "saygıyla eğildim önünde." hAğzom hdoluykehn konuşamoyorumh, kusurumoh bokmayun. Doha fozla dötayh vörürdüm ama hşimdi bu pipiyi borusan sörgü solonuna yötüştürmem görek. Bu da benöm sonatum!

yayyayyeeekokocamboooyayyayyyeee

teori

imkansız aşk sirayet edici bişiydir. Sanki biri, diğerinden karşılık alamadığı zaman aşkın dengesi ritmi bozuluyor. imkansızlık sarmaşık gibi yayılıyor. Domino taşları gibi. evet bu kadar. saygılar...

delibozuğun intihar mektubu...

Canım babacım. Evvela mahsus selam eder ellerinizden öperim. bana kızıcaksınız biliyorum. Neyse ki siz bana hiddetlenirken ben çoook uzaklarda olucam. Baba… Niye sizinle hiç yakın olamadık bilmiyorum. Hep korktum sizden. Siz sanki beni bi sevemediniz mi ne? Kısmet tabii. Lisedeyken buna çok üzülüyordum. Tanıdığım bütün kızlar babalarına aşıktı… Ben diildim. Niye? Belki de sorun bendedir…

Annem… gidişimi babamın Paristen getirdiği ayakkabılar gibi düşün. Hani vardı ya. Mavi, topuklu. Öyle. Sıkmıştı ayağımı, yara yapmıştı… Tereddütsüz kaldırıp atmıştım o şahane şeyleri. İşte benim için hayat tam da o mavi topuklu ayakkabılar gibi bi hal aldı. Fena vuruyor… Tabii buradan rahatlıkla benim bu dünyaya bir iki numara büyük geldiğim sonucuna da varabiliriz. Ve fakat ben haddimi bilirim. Sen beni böyle terbiye ettin. Bak yüzünü kara çıkarmıyorum…

Canım abim. Ben sanki hayatta en çok seni sevdim. Çevreye verdiğim hayalkırıklığı için özür dilerim…

Canım arkadaşım. O vefasız… Neresinden ölmüş diye sorucaktır sana. Rüyalarından dersin. Rüyalarından ölmüş ilk… 

"hatırlayarak yaşamak boynumuzun borcu ama ölürdüm unutmasam..."

Avutmaz artık beni hiçbir rüya…
Avutmaz bu koca İstanbul…
Martılar.
Dönüyorsa benden gayrı dönüyor dünya.
Unuttum hepsini unuttum.
Takvim yapraklarını…
Kolumdaki saatin ağırlığını…
Unuttum, vücudumda bir kolun varlığını.
-Sahi kol, ne işe yarar? Seni sonsuz saramadıktan sonra, bende kol ne arar?..
Can üstüne can, kor üstüne kor hatıralar…
Unuttum, cam önünde kurumuş bir sardunya kadar…

unutan...

Sizi sakladığım yerde unuttum. Bağışlayın. Kalbime diyorum, en son oraya koymamış mıydım sizi? Açtım kapadım mazinin çekmecelerini… Bir ömür aradım sizi… Dağılan takvim yapraklarını topladım da bir bir… Unutmaya alışırken buldum kendimi. Ve unutmak istemediğimi hatırladım… Hafızam gün günden zayıflıyor, kusuruma bakmayın. İsminiz?
Bir sızı… Şuramda. Yüzünüzü yanlış hatırlıyor olmalıyım. Gözlerinizin bitip de aşkın başladığı yeri… Ben sizi bir vakitler çok sevmiş olabilir miyim? Boyunuz diyordum diil mi, af edersiniz. Zihnim hayli dağınık şu sıralar… Boyunuz diyince bahçedeki selvinin dallarına kuşlar konuyordu, bakınız bundan eminim. Annem masal anlatırdı o ağacın altında. Annem masal anlatır mıydı bana? Sanki ben boyunuzun gölgesinde bütün masallara inanmıştım. Bakınız bundan da eminim. Anımsıyor musunuz sizde? Nasıldı?.. Bir varmıııış… Bir yokmuuuş…
Ben sizi evvel zaman içinde sevdiydim. Sanki Kaf dağının ardındaydınız. Kırk gün kırk gece…
Sahi ben sizi çok sevmiş miydim?


bi ihtimal daha var...

Belki başka türlü olsaydık seninle, başka bir takvimde karşılaşsaydık mesela… Başka bir iklimde açsaydık gözlerimizi birbirine… Başka bir masalda alsaydı dudaklarım bu emanet yangını dudaklarından…

ikimizin de ismi aşk ihtimaliydi. …aşk ihtilaliydi. Oysa bu ikibinonbir İstanbul’un da sen ve ben, yasaklanmış kitaplar gibi terk ediliyoruz tüm ihtimallerden…

O ihtimallerin kökünü kurutmalı diyorum. Alınyazımızı birleştiren bütün parşömenler yakılmalı, adımızın yan yana anıldığı o anlar…
o anlar darağacında sallandırılmalı.

hangi deniz… Hangi gökyüzü… Hangi martılar ve hangi İstanbul’sa bizi birbirimize getiren şimdi mahkum edilmeli hep gün batımına. Kara bir eylül gibi…

olur öyle a ca'nım

Ama ben sizi nasıl da kırılgan, nasıl da kendiliğinden…
Sessiz ve kimsesiz sevmiştim.
Mevsimlerden bahar, kuşlardan serçe, çiçeklerden papatya, renklerden beyazdınız…
Ben sizi içimde geç kalmış cümlelerin telaşıyla
ama merdivenleri üçer beşer tırmanmanın coşkusuyla sevmiştim…
Ama ben sizi son istasyonlar gibi sevmiştim…

nerden başlamalı unutmaya seni...

Kalp dediğin bilir imkansızlık şiirini.
Bilir de… ya gözlerim, en yaralı yerim benim.
Gözlerim gözlerinsiz kalınca ben sabahı nasıl ederim.
Kararmaz mı bütün dünya, bir ömür?
Ya nasıl öğretiyim sendeki imkansızlığımı ellerime…
Bir an bile kavuşamayan ellerimiz, nasıl da yıkmakta bunca şeyi, ne tuhaf…  
Oysa benim başım en çok senin göğsüne yakışırdı.
Başım ki tam omzuna yatmalıktı…
 Ben artık bu yetim başla hiç bir hayale ağlayamam artık seni…
Sonra boynum.
Ki dalından düşen bir yaprak.
Mevsimsiz sürgün yedim, senden ayrı bir ömre doğarak.
İnsan yalnız kalbiyle sevmez ki, unutmaya ilk ordan başlasın…
Unutmak kör kuyu… Unutmak dipsiz karanlık…
Ah Nerden başlamalı unutmaya seni, bilmem ki…
Senden başladım unutmaya kendimi desem ki;
Ne aşk ne imkansızlık, ne ayrılık…
olmak istemiş de olamamış bir erik sancısı bizimkisi…

hezimet...

parmakuçlarınızda yükselip, yıldızları toplayabileceğinize eminken siz,
ayak bileklerinize atılan jilettir hezimet...
pis bir gürültüyle sırtüstü düşersiniz.
ve gökyüzüne küsersiniz...

çocukken nasıl uyumak için koyun sayardıysanız,
şimdi de sonsuz uykuya dalabilmek için yıldızları sayarsınız.
düşüp de kaldığınız yerde... öylece...
onikimilyonsekizyüzüç... onikimilyonsekizyüzdört...

paramparçaa aaa aaaağğgh

Dilini bilmediğim bir ülkede gibiyim. Su gibi… Son otobüs saati gibi… İçimin nasıl yandığını anlatamıyorum. Sanki kayboldum…
Cüzdanım pasaportum kayıp. Sağım solum yok… Belki dövülmüşüm. Üstelik kan kusmuşum… Sanki koşmuşum kan ter içinde. Son anda adımımı atmışım da karaya, ayağımı bastığım toprak ayrılmış anakaradan… Huzurum, soluklandığım evim… herşey paramparça…

çeşitli sevdalanma biçimleri vardır, olabilir, normaldir

Bu sanki… kırılan bir bileğin üzerinde sek sek oynamak gibi… Şimdi ben bu yüreği nasıl aşikar edeyim. Ya sırrımı hangi aynalara dökeyim de, bana seni versin.

Adınla başlasam besmeleme bir kara dua dökülür dudaklarımdan. Lal olur dillerim, göğe kalkmaz ellerim de, utancımdan alnımı secdeye mühürlerim. Artık ne mümkün ikna olmak üç kuruşluk saadete.

Tanrı bana izin ver. Ver ki, sesi dahi kalmasın kulaklarımda. Bana izin ver. Ver ki silinsin soluğu hayalimden… Gözleri… Evvel onun gözleri… Ahir onun gözleri… Tanrı bana izin ver…

İmanla söylüyorum, bil! Sen ve ben ıslanıyorsak bu sağanakta, başka yüreklerde mutluluk yeşersin diyedir… bu yangın ikimize birden yeter... Ben yanarım da sen doğarsın (benim) küllerimden.
Belki dikiş tutmam… Belki kör olur uykularım… Ben belki hep susarım...
Ki susmak, bir sevdalanma biçimidir sevgili…
 

aihm dilekçesi:P

kayıtlara geçsin. Tüm kutsal kitaplara ve anayasalara eklensin… Bilinsin; aşığı hayal kırıklığına uğratmak bir insanlık suçudur! Bilinsin.

mum

Akşam en çok senin gözlerine mi iniyor bana mı öyle geliyor.
Ya da akşam duruyor da yerinde, gözlerin mi iniyor aklıma.
Sevdiğim ben şimdi sensizliğin tam ortasında…
Bir kibrit çakıyorum ikimiz için…
seninle aynı cehennemde yanmak için
Çoktan dinimi değiştirdim…

Oysa bir kanlı seraptı sen ve ben ihtimali…
Bir büyük günah…
Ben bir serap uğruna ömrümü çöl eyledim…

Suretimi sildim aynalardan, fotoğraflarımı terk ettim.
İhaneti öğrendim de geldim, vazgeçtim kanatlarımdan.
Sevdiğim ben şimdi sana karışıp yok olmak için…
Çoktan değiştirdim bir mumun kaderiyle kendiminkini.

Sevdiğim şimdi sana elimi tutmak yakışır, kalbini hazırla!




içli babanın şiiri

Çöl masalıdır ayrılık çocuğum.
kuma karışır, yol olur ayrılanlar çöle.
Kervanlar geçer heybeleri kahırla yüklü kervanlar,
Tepinir dururlar yüreklerinin hemen üstünde.
Aşk kocamaaaan eksilmektir çocuğum…
sen bunu upuzuuun trenler gibi düşün. trenler kadar
büüüsbüyük bir eksilmek.
Gırtlağında İbrahim’in bıçağıyla yaşar sevdalılar.
 -ama sen korkma, melekler var.
Ağrır birden, geri teper çocukluktan kalma yaralar.
 -bak senin dizlerinde, benim kalbimde aynı yara var.
 Tutamaz ayrılanlar hayatın rengarenk uçurtmasından. 
-ama sen sıkı tut. bırakma sevincin pamuk ipliğinin ucundan.

Aşk şu kadaaar ölmektir çocuğum.
-sen bunu gökyüzü gibi düşün. minareler, kuleler gibi, koooskocaman.
 Yekparedir insan, sevmezden evvel. tamdır,  eksilmemiştir henüz.
 -sen bunu çarşıdan aldığın nar gibi düşün. bir tane.
  eve gelince hani, bin tane.
Tane tane. gez göz arpacık ve tetik. ve parça parça…
O tekerlemedeki nara döner ayrılanların yüreği.
 -kan kırmızısı dökülmüş… Üstelik ömrü saçılmış.
Senin pencerene konan mini mini bir kuştur aşk, çocuğum.
-al yine de içeri. ama üşüme! ve sonra unutma,
Usul usul sızar sevdaya düşerken, ayrılığın da zehri. 
-sen bunu aynı anda bir havuzu dolduran iki ayrı musluk gibi düşün. yok. kapatma gözlerinin vanasını… Bırak yağsın bulutlar, izin ver fırtınaya…
Neredeymiş çocuğum, hanimiş Nuh?.. bak, asıl şimdi başlayan tufana!

pistt ilk harflerine baksana;)

Geç kalmış, yolunu şaşırmış bir serseri bulut dedimdi göğümü karartan
Esmer bir imkansızlıkmış meğer… Geçmezmiş. Bilemedimdi.
Lal bir masal sen ve ben ihtimali; dilsizlerin elleriyle gözsüzlere anlattığı…

Aşk, santim santim budanmakmış gençliğinden, çarçabuk öğrendimdi…
Ruhumu patlatan bir sevdanın fitilini şuracıkta çektimdi.
Tam şuracıkta, insanların ömür dediği yerde.
Ilık ılık akıyorsa damarlarım şimdi sana, hayra yorma!
Kavuşmadan kapanmaz göğsümdeki bu yara.