28 Aralık 2011 Çarşamba

Lancome Hypnose

Aşk, dostluk, sadakat gibi yalnızca sana bağlı olmayan kavramları ciddiye alma. Bir yüklem için en az iki öznenin şart olduğu cümleleri… Kaynağını her ne kadar senden alsa da bu saydıklarımın –ve bu liste uzar gider- bir muhatabı var. Bir karşı taraf. Ve onun sırtında taşıdığı geçmişi; ezberi, ahlakı, duyguları, ideolojisi… O’nun o olmasına sebep… O’nu sevmene sebep; yükü var… Yalnızca senin elinde değil hiçbir şey. Yalnızca onun da elinde değil… Kapılmamak en doğrusu…

Şüphesiz hepimiz aynı şeyleri yaşıyoruz. Süperkahramanlar ve şizofrenler hariç… Hemen hemen benzer şeyleri deneyimliyor, aynı dönemeçlerden geçiyor, aynı taşa takılıp dizimizi kanatıyoruz. Kalbimiz aynı ölçüde ağrıyor ve kesilince acıyor bileklerimiz. Hiçbirimizin hayatı diğerimizinkinden üstün ya da farklı değil. Eşit ölçüde değersiziz. Bu kesin.

Büyük umutsuzluğa düştüğüm zamanlarda etrafımdaki insanları daha çok izledim. Acıyı artık fiziksel olarak da hissettiğim tüm o katatonik anlarda. Nasıl olup da hala yemek yiyebildiklerini?.. Uyuyabildiklerini?.. Nasıl hala devam edebildiklerini?.. İçlerinde bu acıyla… İçlerinde bu zehirle nasıl, hala çıldırmadıklarını anlamaya çalıştım. Bir reçete, bir merhem bulabilmekti niyetim, iyileşebilmek için.

Anneannem öldükten üç gün sonra mezarına gitmiştim. Çok kötü kokuyordu. Muhtemelen çürümeye başlamış bedeninin kokusuydu yayılan. İnsanın en sevdiğiyle ilgili böyle bir anısının olması hafızasında, pek hoş bir şey değil aslında. O, derin acılar çekmiş bir kadındı. Ve hiçbir zaman bunu anlayamazdınız. Hissettirmemeye çalışırdı ne yaşadığını. O gün mezarlıkta ölülerin neden çürüdüklerini anladım; bu dünyanın bilgisi, içlerindeki o zehir…

Bugün kendi adıma, nasıl olup da çıldırmadığımı biliyorum. Uyuyorken, yemek yiyorken, “herşeye rağmen”ken, aslında bana ne olduğunu…

http://www.youtube.com/watch?v=BBeXF_lnj_M






27 Aralık 2011 Salı

katiyen! hanfendiliğimden ödün vermem:P


ee politika, karşınızdaki zat-ı muhteremin yandan yandan valideciğini mıncırırken, tatlı tatlı yüzüne bakabilme sanatına verilen addır. Çok affınıza sığınarak amiyane tabirle gülümseyereksikebilme sanatı da diyebiliriz kısaca. efenim bendeniz, bi miktar gelenekçi bir mizaca sahip olmamdan mütevellit, beşeri münasebetlerde bilhassa, politikadan tamamıyle uzağım. buradan gülümseyerek sikemiyorsam; gülmeyi ya da sikmeyi bilmediğim sonucuna varmayınız rica ederim. sadece tatlılarla tuzluları karıştırmadan yemeyi tercih ediyorum. evet. bu kadar. saygılar!

Giderken tutturduğunu sandığın ıslık, durmak üzere olan bir kalbin son arzusu olabilir. Yanıldın. Şu da var ki susmalısın artık, yoruldum...*

seninle olmamışlık hissi, bu canımı yakan sanıyordum. meğer dalından düşecek kadar olmuşum... ben artık cümle içinde bile kuramıyorum seni... yok ki telafisi yırtılan ipeğin.
kalbim azat etti seni, bağışladı... seni öldürdüğü yere beni gömdü sonra. yoktu başka telafisi "aşığım sana" demelerin.
ben beklemiyorum ama sen de gelme!
Biliyorum bi zaman sonra hem de az bi zaman sonra, senden bana hiç bişiy kalmıycak. Benim dönüp dönüp kendime yazdığım ve senin hiç haberdar olmadığın onbinlerce sözcük dışında. Olsun. Ne çıkar… Bana yeni cümleler kurmayı öğrettin, gizli özne nedir bildim mesela… Artık yüklemle de pek aram yok, senle olmamışlığımızı temsilen neticelendirmiyorum aşki hiç bi cümlemi… başka türlü bi acı ve gülme biçimi verdin bana! Eksik olma…

*eskilerden...

"bayrağı bayrak yapan bayrak imalatçılarıdır. toprak, eğer uğrunda ölen varsa utanmalıdır"*

kardeşim asker oldu benim... raprap vatan millet sakarya...

valla ne komünizm, ne anti militarizm işler bana bu saatten sonra.
devrimci kardeşlerim rica etsem mücadeleye ara verebilir misiniz?
kardeşim asker oldu benim... vatan millet olur ya...

sayın dış mihraklar, abede ve işbirlikçileri beyler merhaba, ooo ülkemizin stratejik konumuna bayılanlar da gelmiş, aman aman kimleri görüyorum yeraltı kaynaklarımıza göz dikenler hanım özlettiniz kendinizi, ortadoğuya ve dolayısıyla petrole hakim olmak için üzerimizde türlü oyunlar oynayanlar bey sizde mi buradaydınız? afiyettesiniz işallah, ayy ayy moskof domuzu eşiniz hanımefendi nasıllar, gavur tohumu hoşgeldin, amarigan ajanları yine çok şıksınız ve dünyayı yöneten skimsonik tarikatı özel bi isteğiniz var mı efenim?.. Hepinize hoşgeldiniz diyor ve programıma başlıyorum; Türkiye'yi kim anlatmışsa size yanlış anlatmış. valla bizde bi numara yok. yok iki tane mühim boğazı varmış da, yok bilmem ne. boğaz dediğin ne ki? bizde asgari ücretle çalışan nice ahmet amcalar, mehmet dayılar evlerinde sekiz on tane boğaza bakıyorlar. hiç de benim coğrafi konumum pek afili diyen bi ahmet amcaya mehmet dayıya rastlamadım ben. bunlar reklam kokan hareketler, kanmayın! stratejik konum dediğiniz gelip geçici, mühim olan iç güzellik... ama yok ısrarcıysanız meridyenleri birbirine düşürüp aralarını açtın mı, enlemden kesip boylama ekledin mi al sana mis gibi stratejik! zor diil yani... yeraltı kaynakları deseniz, bastığımız toprağın altında faili malumlardan başka bişiy yok. her gün toplu mezarlar çıkıyor. toprak kusuyor artık devleti inkar için, toprak kusuyor artık devleti ispat için... velhasıl bizim yeraltımızda, acı ve öfkeden başka kaynak yok... bi ortadoğu ortadoğu tutturmuş gidiyorsunuz kuzum. kum, toz, is, pas, cehennem gibi güneş... hiç yakıştıramadım bunu size. yani kapasiteniz bu kadar mı? yazık, çok yazık... oysa siz çok daha iyilerini hak ediyorsunuz benim gözümde. mars için şahane şeyler duydum mesela. çıtanızı yüksek tutmalı, aya hatta güneşe demokrasi götürmelisiniz bence. ortadoğu küçük hesap, size layık değil... rica etsem bu saydıklarımı sakin kafayla bi düşünür müsünüz?.. raprap sınırötesi ne gerek ya!

en küçük asker bizim asker! kardeşim çocuk benim. sakalı bıyığı seyrek henüz, arabalara ve kızlara zaafı var. tıpkı o arkasından yürüyecek yirmi kişi gibi... tıpkı arkasından gelicek ya da karşısına çıkacak binlercesi gibi... ana kuzusu... rütbeliler, yüzbinbaşıorkorgeneraller onlar ana kuzusu kapsamının elbette dışında! mehmetcik sen "hep" yaşa! sayın genelkurmaLım afedersiniz ama... nasil derlergh. siz çokh maşa!

kardeşimi "mayın operatörü" yapmışlar benim... bi vakit ca'anımız devletimiz bunun için israilden eşek almıştı ya... eşeği bitmiş şanlı ordumuzun zannımca... eşek niyetine sürecekler kardeşimi tarlaya. arkasında yirmi kişilik bir grupla...

ben kardeşime ne zaman eşşoğlu desem annem kızardı bana... şimdi gidip biber sürecek ordunun ağzına!..


*yine bloğu silmeden önceki yazılardan. takipçilerden biri  yollamış...
aslında "beton millet sakarya" bu yazı için daha uygun ama ben bunu daha çok seviyom;
http://www.youtube.com/watch?v=8yZFLoD2mys


26 Aralık 2011 Pazartesi

yani ki müdür, şahsi algılama durum budur;

Rüzgarlar ekiyorsun,
fırtınalar biçebilmek için...
Kimse bilmiyor...
Bir yapraksın...
Kimse bilmiyor.
Dalından düşmüş...
kimse bilmiyor...
Savrulmak...
Ve kaybolmak…
Ve şansın yaver giderse, 
yok olmak için…
Fırtınalarla beslenen…

-Sahi niçin kimse bilmiyor
ve kendini bunca önemsiyor?..

24 Aralık 2011 Cumartesi

ah siktiribok... canım sevgilim benim...

Ah Siktiribok, karanlığımın müsebbibi. Her şeye rağmen sevgilim benim.

Sana bu satırları, umutsuz, soğuk ve aydınlığın sızması için en ufak bir çatlağın dahi olmadığı kör bir gecede yazıyorum. Yalvarırım oku onu, ama yalnızca Çarşamba günleri. (Geriye kalan günlerde neyi okuyacağını biliyorsun.)

Siktiribok… Hala sevgilim benim…
Beni bıraktığın günü anımsıyor musun? Bir gövdem vardı. Senin çok sevdiğin gözlerim… Saçlarım uzamıştı. Saçlarım. Onlar hep sana doğru uzuyorlardı sanki. Ve kirpiklerim… Ellerim vardı sonra. Ve hep sana koşan ayaklarım. Sen o kapıdan çıktığında Siktiribok, canım sevgilim. Gövdem de gitti. Senin çok sevdiğin gözlerim ve kirpiklerim. Uzayan saçlarım ve ellerim… Ve sadece sana koşmak için yaratılmış olan ayaklarım. Terk ettiler beni… Bir oluş şekli olarak kaldım ardında. Açık yarayım sadece. Açık bir yara… Varoluşum bundan ibaret… İnan bana.

Siktiribok. Boğulduğum denizim benim.

Seni ne zaman sevdiğimi hatırlamıyorum. Nasıl sevdiğimi de. Sanki ruhumda bu bilgiyi taşıyarak gelmiştim dünyaya. Henüz anne karnındayken hatta… Sen vardın. Kutsal metinlerde bundan muhakkak söz ediliyor olmalı… (Aksini yalnızca kafirler iddia edebilir)
Dinle Siktiribok… Yakışıklı çarmıhım.

Yıllarca gülümseyişini sakladım, gözkapaklarımın hemen ardında. Kirpiklerimin arasında. Geçen gün sabun kaçtı gözüme ve ben gülümsemeni de yitirdim. Seni özledim Siktiribok… Gövdemi, ellerimi ve gözlerimi özledim. Var olmayı özledim. Daha fazla yok olacak parçam kalmadı. Gelebilir misin?..

Sabun kaçmasaydı gözüme ve gözümün olması gereken yerde seni yağan bir bulut olmasaydı… Gülümseyişini yitirmeseydim… Senden kalan tek hayali… Seninle birlikte terk etmeseydi varlığım beni, yazmazdım inan. İnan bana yazmazdım Siktiribok… “Gel” deme cüretini gösteremezdim.

Siktiribok… Asla ve asla gelmeyeceğini bildiğim sevgilim. Bu soğuk ve umutsuz gecede, açık bir yara olarak kaleme aldığım bu mektuba cevap vermeyeceğini de biliyorum. Sandığından çok şeyi biliyorum Siktiribok. Sana yazıyorum ve sana gel diyorum çünkü bu mektubu postaya verdiğim andan itibaren, güneş doğmak için bir sebep kazanacak… Ben her sabah dokuzdan akşam altıya kadar postacı yolu gözleyeceğim. Günlerin bir anlamı olucak. Ve yıllar sonra bir gün, postacıyı artık beklemeyeceğim. Bunu anlayabiliyor musun Siktiribok? Yaşamanın “sen” duygusuyla bir alakasının olması gerekiyor. Bekleyiş, umut, umutsuzluk… Kaynağını senden alan bir bağ… Ölüm, o bağın koptuğu andır… Ve bir gün o bağ kopacak. Artık postacıyı bekleyemez durumda olacağım... Ölmek eşittir mektup beklememek siktiribok. Ölmek eşittir artık ümit etmemek...
Hala sana yazıyorsam siktiribok…
Ve sana gel diyorsam biricik sevgilim, açık bir yaranın bile yaşama hakkının oluşundandır…


http://www.youtube.com/watch?v=3UYEZnhnVCg





"yine tersoya düştüm, kafamda harmanım…"

İşte orada “açlık” duruyor… bu gezegenden olmadığına yemin edebileceğim bir yaratık olarak tam karşımda ve gözleri gözlerimde. İnatla kalkmıyorum yerimden. Hareketsizliği bir tepki olarak sunuyorum ona. Bir isyan… Bir direniş biçimi. Sandığınızca pasif diil asla. Ne feci bir canavar bu “açlık”… midenin açlığı, kalbin açlığı, ruhun açlığı… Kendimde tek övünebiliceğim ya da belki beni bi miktar görünür kılan yegane özelliğimin ne olduğu sorulsa hiç düşünmeden inatçılığım derim. Bundan gurur duyuyorum evet. Sayesinde burnum da boktan çıkmıyor, ama konumuz bu diil… Ve o korkunç yaratık; açlık, şefkate muhtaç, doyurulmaya muhtaç, üşümüş ve çok korkmuş bir kız çocuğu gibi, herhangi bir sokak hayvanı gibi dudaklarını sarkıtarak, kekeleyerek ve ağlamaklı… dile geliyor. “acıktım. Doyur beni. Dolapta yiycek bişiyler olucaktı. Lütfen” inatla gülümsüyorum. Küçükemrah’ın bakışlarından, küçükemrahbakışlı herkesten nefret ediyorum. Tam karşıma gelip kurulurken öyle korkutucuydu ki. Bir an beni yutacağını sanmıştım. Aklım çıkıcaktı neredeyse. Hissedeceğim acıyı tahayyül etmeye çalışıyor, daha da korkuyordum. Onu önemsememeye çalıştım. Yok saymaya. Böylece kazanan ben oldum. Seni yendim “açlık” … Şimdi karşımda kıvranıyor. Yalvarıyor. Hayır. Tek lokma yemiycem… Boynunu büküyor. Susuşuyoruz karşılıklı. Ve sanıyorum o bir büyücü. Değilse bile, başkalarının düşüncelerini okuyabilen bir kahin. Bıçak gibi sustuğum anlarda sevdiğim adamı düşünüyorum. “açlık” bunu biliyor, dediğim gibi ya düşüncelerimi okuyor. Ya da bir büyücü gibi düşüncelerime yön veriyor ve “o”nu düşünmemi sağlıyor. Arasındaki ayrım kıl kadar ince kılıç kadar keskin… Sırat… “açlık” gözlerini gözlerime dikiyor ve “çok özledim onu. Lütfen ara.” Diyor. Bir an tuzağa düşeceğimi hissediyorum. Öyle ya “o” ekmek ve sudan fazlası. Ruhun açlığı, midenin açlığından çok daha ağır… çok daha elzem… Çok… Daha… Hayır bu tuzağa düşmemeliyim. Aramıyorum… Dudaklarını sarkıtarak sessizce gözyaşı döküyor “açlık”… Son bir gayretle bir kez daha bakıyor. Onu görmüyorum. Ve gidiyor. Duvarların arasından geçebildiğini hissediyorum. Çünkü burada bütün kapılar ve pencereler kapalı. Gitmesi için duvarlardan geçmesi gerek. Ve o şeffaf, bunu yapabilir… Kahveme uzanıyorum. Buz gibi olmuş. Hoşlanmayacağım bir soğukluk ellerimde. Kupanın soğukluğu. Hiç sevmem soğuk kahveyi. Ne önemi var, kahve işte. Bir yudum alıyorum. Dilimin ucu. Yanıyor. Dilimin ucunda acıyan bir kabarcığın uç verdiğini hissediyorum. Ona dokunuyorum. Ve o sanki canlı. Kımıl kımıl… Derken parmağımın her tarafını kaplayan kımıl kımıl bişiyler hissediyorum. Dilimi çekip dışarı çıkarıyorum. Ayakları var, hareket eden ayakları var dilimin, on’larca… Kocaman bir kırkayak… -kırkayaklar kahverengi bot giymezler-Ağzımın içinde… Bunca zaman bununla nasıl yaşadım?

Şimdi penceremin önünden geçip duran, her yanından sağlık zindelik fışkıran, ruhsal sağlamlık içinde yaşayan, düzenli, başarılı, sabahları dokuzda işinin başında olan, öğlen onikiotuz onüçotuz arasında House’da, Big Chefs’de, Paul’de yemek yiyen; çoğunlukla makarna ya da salatadan oluşur o öğün -tek bildiği anasının salçalı makarnası olan ve diğer İtalyanca isimleri telaffuz da edemediği için “ben penne arabiata rica ediciğim" diyen Çarşamba, Cuma ve Cumartesi akşamları dışarı çıkan, spor yapan, fönsüz gezmeyen, vizyondaki en sikindirik filmlere popüler olduğu için giderek gişe yaptıran, bestseller okuyan, osursa “osurdum” diye “tuvit” atan bu kalabalığa… camı açıp dilimi çıkarsam ve haykırsam; “kırkayaklar kahverengi bot giymezleeeeerrr”

Perdeyi çekiyorum. İçimden kriz halinde yükselen hiçbir isteğimi doyurmak istemiyorum. Koltuğumda oturuyorum. Bütün ömrümce tek yaptığım bu. Burada, bu koltukta oturmak. Masamın başında. Sağımda küçük kitaplığım… Solumda camın önünde yine kitaplar… Sonra defterler… Renk renk kalemler… Küçük saçma sapan bir kaktüs… Ginseng tableti… Tütün… sarma kağıdı… Kahve kupası... Devasa su bardağı… Çakmak ve sürekli temiz olmasını istediğim kül tablası… Onlara daha dikkatli ve daha yakından bakınca, gerçek yüzlerini görebiliyorum. Aslında kim olduklarını… Ya da ne… Beni kandırmak kolay değil… Bütün ömrüm boyunca ben bu ikiyüzlü nesnelerin dünyasında, bir yer seçmeye çalıştım kendime. Bir takvim… İleride “soğuk bir aralık akşamıydı” diye tanımlayacağım, dünyanın bütün diğer akşamlarından ayıracağım bir zaman aralığı… Şimdi onlara, ikiyüzlülüklerini haykırabilir, sizi yakaladım diye bağırabilirim. Ama dilim bi yere kaçmasın diye, onu ağzımın içine hapsettim. Susuyorum ve biliyorum. Sardığım tütünün, Kerem’in külleri olmadığına, sigaramı söndürdüğüm bu kültablasının henüz atımını yitirmemiş bir yürek olmadığına, işte bu tuttuğum, kahvemi yudumladığım kupanın dipçikle ezilmiş bir baş olmadığına, oturduğum koltuğun nalları dikmiş bir eşek olmadığına kim ikna edebilir beni?.. Bu bir soru cümlesi değildi… -tamam böyle olmadığını biliyoruz. yani sadece siz böyle olmadığını söylediğiniz için, biliyoruz. yazarken nesnelere anlam yükleme tuhaflığından kaçınmak gerekir-Hangisi nesne, hangisi çağrışım karışıyor bazan… “soğuk bir aralık akşamıydı” kırkayaklar kahverengi bot giymemekte ısrarcıydı… Ben ülkesine faydalı kırkayaklar yetiştirmekle yükümlü bir anne olarak onları cezalandırdım ve karanlık ağzıma kilitledim.

“soğuk bir aralık akşamıydı” bana tutku vericek herhangi bir şeye ya da birine rastlayacağımı ümit ediyordum. Tüm kapıları kapatmış, perdeleri çekmiştim. Birini sevmeye hazırlanmak, dünyayı kurtarmaya kalkışmak gibidir. Bir isyana hazırlanmak gibi… Bilirsiniz… Kocaman bir oyuk vardı evimin ortasında. Ben bu yüzden bütün ömrümce bu koltukta oturdum. Kocaman bir uçurum vardı evimin ortasında. Sıçramam gerekiyordu. Sıçrayabilmem içinse, düşünmemem… Sonra onun duvarlardan geçmediğini fark ettim. Şeffaf değildi o… Oyuğun içine, yatağını bulup da akan hınzır nehirler gibi sızmıştı. “açlık”… Bunu nasıl fark ettiğimi bilmiyorum. Nasıl anladığımı… Ama bildiğimden eminim. O, oyuğun içinde beni yutmak için bekliyordu. Beni ele geçiricek, tıkabasa yemek yememi sağlıycak, aşık edicek, seviştiricek, herhangi birine ya da eşyaya bağlılığımı geliştiricek, işimde yükselme isteğini kamçılıycak... Beni istediği gibi kullanıcaktı… Benim için hayat ürkütülmemesi gereken, şiirsel bir hadiseydi ve o, oyukta beni ele geçirmeyi bekliyordu… Nalları dikmiş ölü eşeğe daha da gömüldüm. Ve bağırdım. Kırkayağımı özgür bıraktım… Polisten daha hızlı koşabildiği için, hiç yakalanmıyor… Bir efsane o.

“soğuk bir aralık akşamıydı” ben, onun onüç yıl boyunca aklımda tuttuğum gözlerini artık unutmuş olduğumu fark ettim…

“soğuk bir aralık akşamıydı” ve bana tutku vericek herhangi bir şeye ya da birine rastlamayacağımdan emindim artık.

Işıkları yaktım. Perdeleri açtım. Işıklar yanınca ve perdeler açılınca yine bir tuzak oluştu. Bu camlar… Camlar sanki sırrın ardını da gösteren iki taraflı bir aynaya dönüşüyordu. Sırrın ardı, sokak… Düzenli hayatlar, memnun görünen insanlar, kendilerini seven insanlar, bir başkası için, bir şeyi yapmak için, bu dünya için, ekolojik sistem için gerekli olduklarından emin insanlar. Öyle ya, şu gördüğünüz A kişisinden başka hiç kimse ofisteki işleri düzene koyamaz, şu bozacıdan daha iyi boza satan yoktur ve boza çok önemli bir besin kaynağımızdır, şu B kişisi olmasa dükkan batar, en iyi satış temsilcisi o… Şu gördüğünüz kadın, köşedeki… O olmasa kocası yıkılır, çocukları savrulur gider… Kaldırımda duran kel kafalı adam kadar kimse iyi sıçamaz. Onun boku kanalizasyon fareleri için vitaminler ve mineraller bakımından en besleyici boktur. O fareler, şehrin kanalizasyon sistemini ayakta tutarlar ve tuvaletler taşmaz… şehir bok altında kalmaz. Çok gerekli insanlar, çok gerekli fareler… Aksini iddia edemeyeceğim, etsem de ihtimal dahilinde bile görmeyecek farelerveinsanlarveboklar… hiçbir duygusunu yüzlerinden okuyamadığım, birbirinin kopyası kalabalık güruh… Bu tarafında ben… Masam, koltuğum, kitaplarım… Nesneler mi çağrışımlar mı olduklarına hiçbir zaman emin olamayacağım “şey”ler… Bu tuzağa gönüllü düşüyorum. Camdan kendi yansıma bakıyorum. Her geçen gün, cesedime daha da çok benzediğimi görüyorum. Ve sokaktan cesetler geçiyor…

http://www.youtube.com/watch?v=VYCOg-yglNM&feature=share












23 Aralık 2011 Cuma

Mevzuya tamamen Fransız kalarak, Fransa’yı protestorejen… ee östrojen… Abidin neydi o? Prospektüs? Provitamin b5?.. Pırasa! Evet mevzuya tamamen Fransız kalarak olayı prada ediyorum. omg! Bi türlü doğru kelimeyi bulamıyorum. Siyaset yapmaya çalışırken Esra Ceyda kardeşlere döndüm. Bakınız bu çok önemli. Okumadığımız, bilmediğimiz, okuyup hala aklımızın basmadığı, gerzekleştiğimiz konularda ahkam kesersek, pembiş pembiş Esra oluruz, şişme bebek ağızlı Ceyda oluruz. Ben bu yazının ilk cümlesiyle oldum, netekim. Ve bu yazıyı ağzımı her an, içine bişiyler almaya hazırmış gibi büzdürerek, kenarında vinipoh resmi olan pempe baksırımla yazıyorum. Gerek yok böyle hassas mevzularla ilgili konuşmaya. Bakın, sözlerini ciddiye aldığımız, akıl fikir açan, ilham verici muhalif arkideşlerimiz tek kelime ediyorlar mı konu üstüne. Etmiyolar. Niye etmiyolar?.. Ne zaman Ermeni Soykırımı’yla ilgili bişiyler gündeme gelse bunlar hep sustular. Hep sustular. Başka bir gündemle uğraştılar. “sol” anahtarı gereği, memleketteki ince sesleri göstermeye gayret ettiler. İyi, tamam. Güzelsiniz. Özelsiniz. Yakışıklısınız ve çok çekici… Ama canım biz sizi okuyoruz, takip ediyoruz ve ne zaman bu ve benzeri ikircikli konularda açmaza düşsek, fikre ihtiyacımız olsa… Yahu fikre de ihtiyacımız olmayabilir, çok net de olabiliriz sadece okumak için de olabilir, dur bakalım ne demiş diye bi bakma gereği duyuyoruz. Duyuyoruz da n’oluyo? Ses seda yok abilerim aplalarım da. Ben artık sizin de samimiyetinize inanmıyorum. En çok konuşması gereken sizler iken, taş gibi sessizseniz muhalif kimliğinize, anarşist yanlarınıza saygı da duymuyorum. Demek ki hassas konularda tepki almaktan, tartışmaktan kaçınıyorsunuz. Tutuklamalar, gözaltılar, faşizm ve solun siyaset için olmazsa olmazı ezilen kürt halkları üzerinden kesinlikle güçlü, çoğunlukla haklı söylemlerinizle osbir çekiyorsunuz. “ne me quitte pas” aklımcım… Yoksa şüphen mi var?

Ben bu satırları yazarken “Yağmur yağıyor” diyor Abidin. Tıpkı, konuyla ilgili bi yaklaşım getirmesini, geliştirmesini beklediğim bi arkadaşın yaptığı gibi. Sadece"yağmur yağıyor" diyor... Sinirleniyorum. Ya ne yağacaktı gökten. Yarak mı yağacaktı? Sik mi yağacaktı. Tabii ki yağmur yağacak, kar yağacak amına koyim. Hee bi de evvel zaman içinde çamur ve kurbağa yağdığı rivayet edilir. Fransa’da. Bakınız yine mevzu döndü dolaştı Fransa’ya geldi. Ama ben burayı es geçiyorum. Haritada yerini sorsanız, bilmem zaten… Yoksa şüphen mi var?

Bir de “bizimkiler”e çok fena bi depresyon edebiyatı musallat oldu. Ve öyle yaygın ki. Biri başladı böyle yazmaya, kendine bi üslup seçti ve ne yalan söyleyim hoştu da. Sonra ciddi bi çoğunluk bu üslubu benimsedi. Kalemlerini böyle çalıştırdılar. Birbirinin kopyası, birbirinin taklidi yığınla memleket hali üzerine yazı… “isyanlar biriktiriyorum, evladını yitirmiş anaların gözyaşlarının değdiği kırık aynaların sırrından. Kadim zamanların suskusudur çığlıklarım. Şimdi öfkemizi keserek akıtma zamanıdır damarlarımızdan” bla bla bla. Ben uydurdum bu sikimsonik cümleyi. Ama böyle bi tuhaf bi garip bi dangalakça sözcük öbekleriyle Van anlatılıyor mesela. Katliamlar anlatılıyor… Okurken sanıyorum ki sistem yüzünden bunalıma girmiş, derin acılar çekiyorlar ve birazdan bileklerini kesicekler, toplu halde. Tüh ulan diyorum. Madem bu kadar kalabalıklar. Keşke bi eylem örgütleseler, açlık grevi ya da ne biliyim korsan... Bir ses olunur hiç diilse... İtiraf etmeliyim ki kalemşörlük yapıyorum şu an. ama siz de... yahut onlar... Ve birimizinki kurusıkı... Hoşlanmıyorum abidin. Ben bunalımdayken ya da platonik aşk yaşarken yazıyorum böyle boktan şeyler. Bana kalırsa sol, derdini anlatan, net ve temiz bir dili hak ediyor. Bunun bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Elbette yazının bir estetiği olmalı. Ama o estetik, bu estetik diil zannımca. Güçlü, tutkulu duygulardan ziyade, tutkulu düşünceler okumak istiyorum ben. Cezmi Ersöz’ün bi tık daha politik yazılarını diil. Leydi Makbet’in bir zaman makinasıyla günümüze, bi de yaşanacak başka memleket yokmuş gibi Türkiye’ye gelerek yazdığı yazılarını hiç diil! “Gelin faşizmin ruhları. Gelin alın benden kadınlığımı” tiksinç! Yoksa şüphen mi var?

Şimdi niye bu kadar sinirlendim ki?.. Hay Allah… Abidin? Lan acıba ben yazamıyorum diye olmasın. Politika üretemiyorum filan diye? Olabilir valla. İnsan kadar rezil bi bokunbombokboku yoktur kainatta. Herşey olabilir. Dolayısıyla kendi söylediklerinden bile şüphe duyan, bu esraceydakardeşlerçakmasıhatunkişisi’nin düşüncelerini dikkate almalı mı gibi bi sorunsal oluşuyor. Ve dolayısıyla “kendi söylediklerinden bile şüphe duyan, bu esraceydakardeşlerçakmasıhatunkişisi’nin düşüncelerini dikkate almalı mı gibi bi sorunsal oluşuyor” -dejavu oldum lan. hay Allah- cümlesini kurması bile aslında ciddiye alınmak için böyle yaptığını gösteriyor. Bir diğer ihtimal için bkz “ipimle kuşağım…” Yoksa şüphen mi var?







21 Aralık 2011 Çarşamba

MANİFESTO EVVELİ…

Yahut "hakikaten pardon, birine benzettim demek suretiyle huzurlarınızdan çekiliyorum efenim. esenlikler diliyorum" evveli;

Bir romancı var. Sir Terry Pratchett. Alzheimer teşhisi konulduktan sonra ölüm hakkını savunuyor. Ve İsviçre’de “destekli intihar” için bir klinik açıyor. Son derece şık bir klinik. Ölmek için buraya başvuruyorsunuz. Acısız, nasıl ölmeyi düşlüyorsanız aynen o biçimde, son yolculuğunuza çıkarılıyorsunuz. İsterseniz cenazenizle de ilgileniyorlar. Fiyatları hayli tuzlu… Haberi ilk duyduğumda Terry Pratchett’ın intiharının nasıl olduğunu merak ettim. Ama hayır henüz intihar etmemiş. Güneşli, güzel bir günü bekliyormuş ölmek için. O gün hiç gelmemiş mi yani, korkuyor işte diye alay ettim kendi kendime. Ama bitirmesi gereken bir roman varmış… Burada durdum. O an dünyanın da durduğunu farz edebiliriz. Eğer sizin de benim gibi sözcüklerle bir alıp veremediğiniz varsa, başka türlü bir varoluş biçimi bulamamışsanız ben gibi… Özetle; ya yazarsınız, ya ölürsünüz… Ortası yoktur, bu alacakaranlığa tahammülün… Zaman zaman katlanılmaz boyutlara ulaşan, içinizde taşıdığınız acının… Sahi neyin çilesi bu? Kendi adıma bilmiyorum. Sadece bir duygu var. Ayrılamayacağım bir duygu… Ayrılamayacağım bir insan gibi… Hep dün de, hep bugün de ve hep yarın da… Tüm varlığımla sürüklediğim bir duygu… Ya da tüm varlığımı sürükleyen… Hepsi bu.

Kitaplarla haşır neşir bir ergen iken, vaktiyle… Hayli sene evvel… Abilerimiz vardı, entelektüel. O abilerin nedense bi ortak paydası vardı “sen çok farklısın” … Kitaplarla haşır neşir bir ergen iken, vaktiyle… Seneler evveli. Bana “farklı” olduğumu söyleyen –ki bu lafı duyduğumda kendimi dünyanın en gerizekalı, en yeteneksiz, en çirkin ve en eziği hissediyordum. Öyle ya farklılık için enbibişiyler şart. Marlinmonro ve Aynştayna farklı diyen kimseyi görmedim şimdiye kadar. Birine çok güzel, diğerine dahi dediler sadece- bütün bu abiler “Tutunamayanları intihar etmeden önce okumayı düşünüyorum” örgütüne üye idiler. Bu, o zamanlar bir kalıptı. Kendine okur yazar süsü vermiş, abazan orta yaş grubunun, bulanık suda kütük rolü yapan timsahların kalıbı… Tutunamayanlar’ı dokuz on kez okudum. Defalarca kere intiharı denedim. Ama benim hiçbir intihar takvimim, Tutunamayanlar’ı okuduktan hemen sonrasına denk düşmez… Bilakis! Ben çok eğleniyorum o kitabı okurken.

Aziz yurttaşlarım. Dostlarım. Kuzucuklarım! Eğer intihar için bir reçete var ise, Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni okuyarak başlayın derim. Ardından Bulantı’yı dayadınız mı, hiç ara vermeden de Cioran, elbette Çürümenin Kitabı… Tamamsınız. Oldunuz siz. Ara öğün olarak Babaya Mektup ve Yaşama Uğraşı’nı tavsiye ederim... Oh no! Henüz bitmedi. "Ve gecenin sürprizi" yahut "ana yemek" yahut "doruk noktası" için de mutlaka Kayıp Zamanın İzinde olmalısınız. -Evet, ağır gıdalar biraz- Sonra mı? Ah canım… Törkiş dölayt. İnanın bana cesedinizin nasıl görüneceği kaygısı anlamsızlaşıyor. Acılı, acısız, sefil ya da görkemli… Fark etmiyor… Satır satır, cümle cümle “giderken” yazmayı planladığınız mektuplar zaman kaybına dönüşüyor, muhatapları anlamını yitiriyor… Gittikten sonra kimlerin nasıl ağlayıp, üzüleceği acı çekeceği merakı terk ediyor sizi… Cesediniz bulunur bulunmaz muhakkak perişan olan annenizle, –ki belki sevinicek kadın. Sevinmese de hafifleyecek. Fedakar cefakar dişikişi kostümünü biz giydirdik üzerlerine deri gibi ve hiçbir anne hiçbir çağda hiçbir yerde birey olamadı bu yüzden - sizden sonra kimseyi sevemeyeceği romantizmine kapıldığınız –şapşalsınız kuzum- sevgilinizle, kendi hayal dünyanızda kaldırdığınız cenazeniz için üzülmüyorsunuz artık. Komik geliyor hatta; henüz tasarım aşamasında olan intiharınızdan sonra ardınızda bıraktığınız insanların sizin için gözyaşı dökeceğinden emin olmak ve şimdiden onların acısını derinden hissedip, onlar adına gözyaşı dökmek… Yok olma isteği, kendi başına bir tutkuya dönüşüyor. Siz de dahil, her şeyi önemsizleştiren bir tutku… Tek başına bir varoluş biçimi; yokluğa karışmanın gizemi… Ah. Neredeyse unutuyordum. Şiirsel bir tema için, Çağrılmayan Yakup ve/veya Umutsuzlar Parkı’nı mutlaka denemelisiniz… Veda bile gerekmiyor. Hem çağıran olmayacak ki, dönüp ardınıza bakasınız.

Mezarı bekliyoruz. Mezarı. Beklerken de sıkılmamak için seviyoruz, kızıyoruz, gülüyoruz... Hayat; antre. Ve buradaki bozuk saat, dünyanın tüm bozuk saatlerinin aksine en az iki kereliğine de olsa doğru zamanı göstermiyor. Dindireceği, iyi edeceği söylenen şifa zamana, şimdi nasıl güvenebilirim... Bu yüzden her ölüm için "zamansız" deniliyor ya da "erken"... Oysa değil. Elbette bunu kendi zamanını seçenler için söylüyorum. Onlar... Kendini oyalayamayanlar... Kendini onaylamayanlar... Rutini bozanlar. Ruhlarının her hücresinde sivil itaatsizliği örgütleyip, kalkışanlar. Oyunbozanlar, sırayı bozanlar... Gidenler...


Bu yazının hiçbir değeri yok. Hiçbir edebi niteliği… Bir manifestoya başladım. İntihar Manifestosu. Nihilizmden başka bir ikna yöntemi arıyorum. “Gerçek”in kılıcından çok kopmak istemiyorum, sadece çocukluğun ve rüyaların o deli bilincine de sığınmak istemiyorum, İyi bir gözlemci ve gerçekçi olduğum söylenemez. Geleceği tahayyül edemiyorum. Yalnızca şiirler ve şiirsellik, ucuz depresyon edebiyatı gibi geliyor artık… Bilmiyorum. Hayatımın en zorlu yazma yolculuğuna çıktığımı hissediyorum. Tehlikeli bir serüven ama illa ki kurtuluşu müjdeleyen bir macera… Yok olmak ise mevzubahis diyorum, yeni bir dil istiyorum. Bir üslup… Tüy kadar uçucu… Kurşun gibi berrak…

edit: tamamen aklımdan çıkmış, bağışlıyın rica ederim. Müzik diil mi, olmazsa olmazımız. bizi coşkun ve deli ve delici sancılara gark eyleyen... sesler... sonsuz ve derin sesler... boşlukta öylece asılı duran ve yankılan ve hep duracak, kainatın hafızasından hiç silinmeyecek olan, delik deşik ruhların titreyişi; müzik...

benim için budur, develer tellal değil iken hatta;

http://www.youtube.com/watch?v=R_raXzIRgsA









13 Aralık 2011 Salı

"kaçyüzaltmışbeşgün geçerse geçsin sen geçmiyorsun..."

ki ben senin ilkokul sıralarında yere düşürdüğün kurşun kalem gibiyim; dışı sapasağlam, içi paramparça...

7 Aralık 2011 Çarşamba

telvin... ziyan... kesif... mıh...

bu aralar dört sözcükle aşk yaşıyorum abidinjeam "telvin" "ziyan" "mıh" ve "kesif" dün gece tam uyumaklıyım "ziyan" girdi aklıma bi gitmek bilmedi, derken yine "telvin" hephemencecik apardından "kesif"e "mıh"landım. bi de çizemediğim bi kulak var rüyalarımı vatan belleyen. bu kulak var ya bu kulak hıyarın önde gideni. hemen van gogh'lu bi espri yapıştırıcaksın biliyorum, sus. gözlerin filan da konuşmasın, o ebru gündeş'ini alır kafanda paralarım. lafın gelişi benimkisi yok aslında şiddettirmekli öfke ya da sevinmekli üzülmekli bir bazı duygularım. ya bişiy diycem. var abidin. yani o ruhun dokunma biçimi olan şeyler; duygular. kandırdım seni. ama şimdi ben bu hissettiklerimi nereme sokucam bilmiyorum. katlıyorum küçültüyorum yanlardan yanlardan açıyorum bazan. kırışık olan yerlerine buharlı ütü basıyorum. geometrik şekiller yapıyorum sonra, silindiri becerdim mi içinden davşan çıkan şapka yapıyorum, fular yapıyorum, artakalanları değerlendirip pirinç çorbası filan. derya baykal görse önümde tövbe eder diz çöker. o'kkadarr değerlendirmekli tutumlu seviyorum sevmiyorum. ben şimdi bu hissettiklerimle origami de yapıyorum. bi de ikebana vardı diil mi, küfür gibiymiş o da. ben hiç küfretmem. telvin, ziyan, mıh ve kesiften gayrısı yalan...
 
kaç kere oturdum. adı telvin olan, adı mıh olan, adı ziyan olan, adı kesif olan birer öykü ya da şiir yazıyım dedim, yazıp kurtuluyum. yok. dilsizleri ilk o zamanlarda anladım. bazı sözcükler bişiy yapıyorlar. büyücü onlar. ya da kötü kalpli... seni şişirip şişirip infilak noktasına getiriyorlar ve öylece bırakıyorlar. sonrası boşluk. ne patlayabiliyorsun ne de sönüyorsun...

o diil de abidin; "yalnızlık ayrıca şu da demek; ya ölüm, ya kitap... ama herşeyden önce alkol demek" demiş duras teyze. yazan kişinin yalnızlığından bahsederken. sonra başka bi yerlerinde kitabın "yazmasaydım alkol bağımlısı olurdum" demiş... doğrudur; ya yazarsın ya da sarhoş olursun...
-peki ya ikisini birden yapmaya kalkıştığında?
- ikisini birden yapmaya kalkıştığında abidin, kendini bu dünyanın dışına fırlatma işlemini başlatacak olan butona basmış olursun...
-fırlatma işlemini başlatmak için butona basılacaktır. bu işlemi onaylıyor musunuz?...
-miniktebessüm. şerefe abidinjimbeam