5 Temmuz 2012 Perşembe

beni unuttun mu?

çimenlerin üzerinde yürüyorum yalınayak. günün en erkeni. sis var. bulutlar yere inmiş sanki. gövdem, başım belime kadar bulutların arasında. siz olduğunuz yerden baktığınızda yürüyen bir çift ayak görüyorsunuz sadece. bulutlar... ağzıma, burnuma, saçlarımın arasına ve gözlerime doluyor.  hafif bir ıslaklık var havada. sabah çiği. neden bilmiyorum beyaz, üzerinde kırmızı yeşil küçük çiçeklerin olduğu bir etek var üzerimde. uzun değil, kısa da... üstüm çıplak ve omuzlarımdaki sivrilik bulutlara batıyor. bunun için özür dilemiyorum...

yürüyorum. çok yavaş. kulaç atsam süzülür müyüm dememe kalmadan, ellerim kollarım öne doğru uzanıyor ve kulaç atmaya başlıyorum. bunu düşünmedim. tam düşünmek üzereydim ki, yaptım. ayaklarım yerden kesiliyor. bulutların içinde yüzüyorum, balık gibi. siz olduğunuz yerden baktığınızda hiçbir şey görmüyorsunuz artık. ben tam böyle huzur... ben tam böyle dua... ben tam böyle şiire çeyrek kalmışken, çimenlerin uzadığını görüyorum. uzuyor uzuyor onlar. ayak bileklerimden tutup beni, çekiyorlar aşağı... toprağa... saçlarım bir oyuğa takılıyor... çekip kurtarmaya çalışırken ellerim de oyukta kayboluyor. oyuk gövdemi yutmaya çalışıyor. bunu nereden bildiğimi inanın bana bilmiyorum. ama bu oyuk, omuzlarımdaki sivriliğin bulutlara batarken açtığı yaralardan oluşuyor... yaralarım beni yutmaya çalışıyor. ve çimenlerden kurtulamıyorum. ikiye ayrılıyorum. ben böyle bölünürken, ben böyle kopartılırken kendi kendimden, siz olduğunuz yerden yalnızca telsiz seslerini duyuyorsunuz.

bacaklarım gövdemden ayrıldığında yara beni tükürüyor. bedenimin yarısı yok, saçlarım kazınmış. o güzelim sabah çiği, güle menekşeye düşen, hemen hepimizi tanrıya inandıran sabah çiği, koparıldığım yerden iltihaplandırıyor gövdemi, göz göz... göz göze geliyorum tam da bu sırada çimenlerin aldığı bacaklarımı dişleyen karıncayla. kocaman bir karınca ordusu. etimden parça taşıyorlar yuvalarına. ağırlıklarının doksan katını kaldırabilen tek canlı türüymüş onlar. sayabilsem şimdi o karıncaları, ne kadar zaman içinde, benden geriye hiçbir şey kalmayacağını yeryüzünde, hesaplayabilirim. matematiğim fena değildir. ama karıncalar, ben çocukluktan sizi incitmemeyi öğrenmiştim. hani sırat'tan geçerken bana yardım edecektiniz? din bilgim, pekiyi...

umudum, hayallerim, sevmelerim iltihaptan sızıyor.  yaralarım çürüyor, kurtlanıyor. milyonlarca larva oluşuyor. siz yalnızca gazetelerden okuyorsunuz. "bazı kentlerde gökten ölü kurbağa yağdı"  çocuklar dere kenarlarında, kanal boylarında kurbağa eziyorlar taşla... insanın gövdesinden kurbağalar koparken, inanın bana acıyor... çok acıyor...  çocuklar kurbağaların başını ezerken bu kez de ruhumda yaralar oluşuyor... eyüp'e dönüşüyor ruhum. "beni unuttun mu?" diye haykırmak istiyorum. sormak istiyorum "neden"... sorularımı, fikirlerimi, rahatsızlıklarımı, kırgınlıklarımı ve kızgınlıklarımı... kendime saklamasını öğrendim. haykırmıyorum. sormuyorum. o, aklımı okuyor olacak ki... belki de gerçekten şah damarımdan bile yakındır bana. cevap veriyor. dile gelerek değil. küre göstererek değil. ilhamla... ama içime doğan bu bilgiyi sizinle paylaşmayacağım.

kıldan ince, kılıçtan keskinmiş bu köprü gerçekten de. tarif eden, daha önce görmüş olmalı... ben o köprüyü karıncaların midelerinde geçiyorum. bacaklarımı yemeleri boşuna değilmiş, ancak şimdi anlayabiliyorum. aşağısı alevler... alevlerin tam ortasında bir kalp var, atıyor. binlerce karıncanın gözleriyle görüyorum. tanıyorum. benim kalbim bu. acısından tanıyorum. ve bağırıyorum. cehennem diye birşey yok. cehennem diye birşey yok. cehennem kişinin kendi yangını... bu kadim sırrı aşikar ettiğim için tanrı köprüleri yıkıyor. alevler binlerce karıncayı yutuyor...

yandıklarını bile anlayamadan... birden küle döndüler, bu yüzden hiç acı çekmediler.