24 Aralık 2011 Cumartesi

"yine tersoya düştüm, kafamda harmanım…"

İşte orada “açlık” duruyor… bu gezegenden olmadığına yemin edebileceğim bir yaratık olarak tam karşımda ve gözleri gözlerimde. İnatla kalkmıyorum yerimden. Hareketsizliği bir tepki olarak sunuyorum ona. Bir isyan… Bir direniş biçimi. Sandığınızca pasif diil asla. Ne feci bir canavar bu “açlık”… midenin açlığı, kalbin açlığı, ruhun açlığı… Kendimde tek övünebiliceğim ya da belki beni bi miktar görünür kılan yegane özelliğimin ne olduğu sorulsa hiç düşünmeden inatçılığım derim. Bundan gurur duyuyorum evet. Sayesinde burnum da boktan çıkmıyor, ama konumuz bu diil… Ve o korkunç yaratık; açlık, şefkate muhtaç, doyurulmaya muhtaç, üşümüş ve çok korkmuş bir kız çocuğu gibi, herhangi bir sokak hayvanı gibi dudaklarını sarkıtarak, kekeleyerek ve ağlamaklı… dile geliyor. “acıktım. Doyur beni. Dolapta yiycek bişiyler olucaktı. Lütfen” inatla gülümsüyorum. Küçükemrah’ın bakışlarından, küçükemrahbakışlı herkesten nefret ediyorum. Tam karşıma gelip kurulurken öyle korkutucuydu ki. Bir an beni yutacağını sanmıştım. Aklım çıkıcaktı neredeyse. Hissedeceğim acıyı tahayyül etmeye çalışıyor, daha da korkuyordum. Onu önemsememeye çalıştım. Yok saymaya. Böylece kazanan ben oldum. Seni yendim “açlık” … Şimdi karşımda kıvranıyor. Yalvarıyor. Hayır. Tek lokma yemiycem… Boynunu büküyor. Susuşuyoruz karşılıklı. Ve sanıyorum o bir büyücü. Değilse bile, başkalarının düşüncelerini okuyabilen bir kahin. Bıçak gibi sustuğum anlarda sevdiğim adamı düşünüyorum. “açlık” bunu biliyor, dediğim gibi ya düşüncelerimi okuyor. Ya da bir büyücü gibi düşüncelerime yön veriyor ve “o”nu düşünmemi sağlıyor. Arasındaki ayrım kıl kadar ince kılıç kadar keskin… Sırat… “açlık” gözlerini gözlerime dikiyor ve “çok özledim onu. Lütfen ara.” Diyor. Bir an tuzağa düşeceğimi hissediyorum. Öyle ya “o” ekmek ve sudan fazlası. Ruhun açlığı, midenin açlığından çok daha ağır… çok daha elzem… Çok… Daha… Hayır bu tuzağa düşmemeliyim. Aramıyorum… Dudaklarını sarkıtarak sessizce gözyaşı döküyor “açlık”… Son bir gayretle bir kez daha bakıyor. Onu görmüyorum. Ve gidiyor. Duvarların arasından geçebildiğini hissediyorum. Çünkü burada bütün kapılar ve pencereler kapalı. Gitmesi için duvarlardan geçmesi gerek. Ve o şeffaf, bunu yapabilir… Kahveme uzanıyorum. Buz gibi olmuş. Hoşlanmayacağım bir soğukluk ellerimde. Kupanın soğukluğu. Hiç sevmem soğuk kahveyi. Ne önemi var, kahve işte. Bir yudum alıyorum. Dilimin ucu. Yanıyor. Dilimin ucunda acıyan bir kabarcığın uç verdiğini hissediyorum. Ona dokunuyorum. Ve o sanki canlı. Kımıl kımıl… Derken parmağımın her tarafını kaplayan kımıl kımıl bişiyler hissediyorum. Dilimi çekip dışarı çıkarıyorum. Ayakları var, hareket eden ayakları var dilimin, on’larca… Kocaman bir kırkayak… -kırkayaklar kahverengi bot giymezler-Ağzımın içinde… Bunca zaman bununla nasıl yaşadım?

Şimdi penceremin önünden geçip duran, her yanından sağlık zindelik fışkıran, ruhsal sağlamlık içinde yaşayan, düzenli, başarılı, sabahları dokuzda işinin başında olan, öğlen onikiotuz onüçotuz arasında House’da, Big Chefs’de, Paul’de yemek yiyen; çoğunlukla makarna ya da salatadan oluşur o öğün -tek bildiği anasının salçalı makarnası olan ve diğer İtalyanca isimleri telaffuz da edemediği için “ben penne arabiata rica ediciğim" diyen Çarşamba, Cuma ve Cumartesi akşamları dışarı çıkan, spor yapan, fönsüz gezmeyen, vizyondaki en sikindirik filmlere popüler olduğu için giderek gişe yaptıran, bestseller okuyan, osursa “osurdum” diye “tuvit” atan bu kalabalığa… camı açıp dilimi çıkarsam ve haykırsam; “kırkayaklar kahverengi bot giymezleeeeerrr”

Perdeyi çekiyorum. İçimden kriz halinde yükselen hiçbir isteğimi doyurmak istemiyorum. Koltuğumda oturuyorum. Bütün ömrümce tek yaptığım bu. Burada, bu koltukta oturmak. Masamın başında. Sağımda küçük kitaplığım… Solumda camın önünde yine kitaplar… Sonra defterler… Renk renk kalemler… Küçük saçma sapan bir kaktüs… Ginseng tableti… Tütün… sarma kağıdı… Kahve kupası... Devasa su bardağı… Çakmak ve sürekli temiz olmasını istediğim kül tablası… Onlara daha dikkatli ve daha yakından bakınca, gerçek yüzlerini görebiliyorum. Aslında kim olduklarını… Ya da ne… Beni kandırmak kolay değil… Bütün ömrüm boyunca ben bu ikiyüzlü nesnelerin dünyasında, bir yer seçmeye çalıştım kendime. Bir takvim… İleride “soğuk bir aralık akşamıydı” diye tanımlayacağım, dünyanın bütün diğer akşamlarından ayıracağım bir zaman aralığı… Şimdi onlara, ikiyüzlülüklerini haykırabilir, sizi yakaladım diye bağırabilirim. Ama dilim bi yere kaçmasın diye, onu ağzımın içine hapsettim. Susuyorum ve biliyorum. Sardığım tütünün, Kerem’in külleri olmadığına, sigaramı söndürdüğüm bu kültablasının henüz atımını yitirmemiş bir yürek olmadığına, işte bu tuttuğum, kahvemi yudumladığım kupanın dipçikle ezilmiş bir baş olmadığına, oturduğum koltuğun nalları dikmiş bir eşek olmadığına kim ikna edebilir beni?.. Bu bir soru cümlesi değildi… -tamam böyle olmadığını biliyoruz. yani sadece siz böyle olmadığını söylediğiniz için, biliyoruz. yazarken nesnelere anlam yükleme tuhaflığından kaçınmak gerekir-Hangisi nesne, hangisi çağrışım karışıyor bazan… “soğuk bir aralık akşamıydı” kırkayaklar kahverengi bot giymemekte ısrarcıydı… Ben ülkesine faydalı kırkayaklar yetiştirmekle yükümlü bir anne olarak onları cezalandırdım ve karanlık ağzıma kilitledim.

“soğuk bir aralık akşamıydı” bana tutku vericek herhangi bir şeye ya da birine rastlayacağımı ümit ediyordum. Tüm kapıları kapatmış, perdeleri çekmiştim. Birini sevmeye hazırlanmak, dünyayı kurtarmaya kalkışmak gibidir. Bir isyana hazırlanmak gibi… Bilirsiniz… Kocaman bir oyuk vardı evimin ortasında. Ben bu yüzden bütün ömrümce bu koltukta oturdum. Kocaman bir uçurum vardı evimin ortasında. Sıçramam gerekiyordu. Sıçrayabilmem içinse, düşünmemem… Sonra onun duvarlardan geçmediğini fark ettim. Şeffaf değildi o… Oyuğun içine, yatağını bulup da akan hınzır nehirler gibi sızmıştı. “açlık”… Bunu nasıl fark ettiğimi bilmiyorum. Nasıl anladığımı… Ama bildiğimden eminim. O, oyuğun içinde beni yutmak için bekliyordu. Beni ele geçiricek, tıkabasa yemek yememi sağlıycak, aşık edicek, seviştiricek, herhangi birine ya da eşyaya bağlılığımı geliştiricek, işimde yükselme isteğini kamçılıycak... Beni istediği gibi kullanıcaktı… Benim için hayat ürkütülmemesi gereken, şiirsel bir hadiseydi ve o, oyukta beni ele geçirmeyi bekliyordu… Nalları dikmiş ölü eşeğe daha da gömüldüm. Ve bağırdım. Kırkayağımı özgür bıraktım… Polisten daha hızlı koşabildiği için, hiç yakalanmıyor… Bir efsane o.

“soğuk bir aralık akşamıydı” ben, onun onüç yıl boyunca aklımda tuttuğum gözlerini artık unutmuş olduğumu fark ettim…

“soğuk bir aralık akşamıydı” ve bana tutku vericek herhangi bir şeye ya da birine rastlamayacağımdan emindim artık.

Işıkları yaktım. Perdeleri açtım. Işıklar yanınca ve perdeler açılınca yine bir tuzak oluştu. Bu camlar… Camlar sanki sırrın ardını da gösteren iki taraflı bir aynaya dönüşüyordu. Sırrın ardı, sokak… Düzenli hayatlar, memnun görünen insanlar, kendilerini seven insanlar, bir başkası için, bir şeyi yapmak için, bu dünya için, ekolojik sistem için gerekli olduklarından emin insanlar. Öyle ya, şu gördüğünüz A kişisinden başka hiç kimse ofisteki işleri düzene koyamaz, şu bozacıdan daha iyi boza satan yoktur ve boza çok önemli bir besin kaynağımızdır, şu B kişisi olmasa dükkan batar, en iyi satış temsilcisi o… Şu gördüğünüz kadın, köşedeki… O olmasa kocası yıkılır, çocukları savrulur gider… Kaldırımda duran kel kafalı adam kadar kimse iyi sıçamaz. Onun boku kanalizasyon fareleri için vitaminler ve mineraller bakımından en besleyici boktur. O fareler, şehrin kanalizasyon sistemini ayakta tutarlar ve tuvaletler taşmaz… şehir bok altında kalmaz. Çok gerekli insanlar, çok gerekli fareler… Aksini iddia edemeyeceğim, etsem de ihtimal dahilinde bile görmeyecek farelerveinsanlarveboklar… hiçbir duygusunu yüzlerinden okuyamadığım, birbirinin kopyası kalabalık güruh… Bu tarafında ben… Masam, koltuğum, kitaplarım… Nesneler mi çağrışımlar mı olduklarına hiçbir zaman emin olamayacağım “şey”ler… Bu tuzağa gönüllü düşüyorum. Camdan kendi yansıma bakıyorum. Her geçen gün, cesedime daha da çok benzediğimi görüyorum. Ve sokaktan cesetler geçiyor…

http://www.youtube.com/watch?v=VYCOg-yglNM&feature=share