21 Aralık 2011 Çarşamba

MANİFESTO EVVELİ…

Yahut "hakikaten pardon, birine benzettim demek suretiyle huzurlarınızdan çekiliyorum efenim. esenlikler diliyorum" evveli;

Bir romancı var. Sir Terry Pratchett. Alzheimer teşhisi konulduktan sonra ölüm hakkını savunuyor. Ve İsviçre’de “destekli intihar” için bir klinik açıyor. Son derece şık bir klinik. Ölmek için buraya başvuruyorsunuz. Acısız, nasıl ölmeyi düşlüyorsanız aynen o biçimde, son yolculuğunuza çıkarılıyorsunuz. İsterseniz cenazenizle de ilgileniyorlar. Fiyatları hayli tuzlu… Haberi ilk duyduğumda Terry Pratchett’ın intiharının nasıl olduğunu merak ettim. Ama hayır henüz intihar etmemiş. Güneşli, güzel bir günü bekliyormuş ölmek için. O gün hiç gelmemiş mi yani, korkuyor işte diye alay ettim kendi kendime. Ama bitirmesi gereken bir roman varmış… Burada durdum. O an dünyanın da durduğunu farz edebiliriz. Eğer sizin de benim gibi sözcüklerle bir alıp veremediğiniz varsa, başka türlü bir varoluş biçimi bulamamışsanız ben gibi… Özetle; ya yazarsınız, ya ölürsünüz… Ortası yoktur, bu alacakaranlığa tahammülün… Zaman zaman katlanılmaz boyutlara ulaşan, içinizde taşıdığınız acının… Sahi neyin çilesi bu? Kendi adıma bilmiyorum. Sadece bir duygu var. Ayrılamayacağım bir duygu… Ayrılamayacağım bir insan gibi… Hep dün de, hep bugün de ve hep yarın da… Tüm varlığımla sürüklediğim bir duygu… Ya da tüm varlığımı sürükleyen… Hepsi bu.

Kitaplarla haşır neşir bir ergen iken, vaktiyle… Hayli sene evvel… Abilerimiz vardı, entelektüel. O abilerin nedense bi ortak paydası vardı “sen çok farklısın” … Kitaplarla haşır neşir bir ergen iken, vaktiyle… Seneler evveli. Bana “farklı” olduğumu söyleyen –ki bu lafı duyduğumda kendimi dünyanın en gerizekalı, en yeteneksiz, en çirkin ve en eziği hissediyordum. Öyle ya farklılık için enbibişiyler şart. Marlinmonro ve Aynştayna farklı diyen kimseyi görmedim şimdiye kadar. Birine çok güzel, diğerine dahi dediler sadece- bütün bu abiler “Tutunamayanları intihar etmeden önce okumayı düşünüyorum” örgütüne üye idiler. Bu, o zamanlar bir kalıptı. Kendine okur yazar süsü vermiş, abazan orta yaş grubunun, bulanık suda kütük rolü yapan timsahların kalıbı… Tutunamayanlar’ı dokuz on kez okudum. Defalarca kere intiharı denedim. Ama benim hiçbir intihar takvimim, Tutunamayanlar’ı okuduktan hemen sonrasına denk düşmez… Bilakis! Ben çok eğleniyorum o kitabı okurken.

Aziz yurttaşlarım. Dostlarım. Kuzucuklarım! Eğer intihar için bir reçete var ise, Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni okuyarak başlayın derim. Ardından Bulantı’yı dayadınız mı, hiç ara vermeden de Cioran, elbette Çürümenin Kitabı… Tamamsınız. Oldunuz siz. Ara öğün olarak Babaya Mektup ve Yaşama Uğraşı’nı tavsiye ederim... Oh no! Henüz bitmedi. "Ve gecenin sürprizi" yahut "ana yemek" yahut "doruk noktası" için de mutlaka Kayıp Zamanın İzinde olmalısınız. -Evet, ağır gıdalar biraz- Sonra mı? Ah canım… Törkiş dölayt. İnanın bana cesedinizin nasıl görüneceği kaygısı anlamsızlaşıyor. Acılı, acısız, sefil ya da görkemli… Fark etmiyor… Satır satır, cümle cümle “giderken” yazmayı planladığınız mektuplar zaman kaybına dönüşüyor, muhatapları anlamını yitiriyor… Gittikten sonra kimlerin nasıl ağlayıp, üzüleceği acı çekeceği merakı terk ediyor sizi… Cesediniz bulunur bulunmaz muhakkak perişan olan annenizle, –ki belki sevinicek kadın. Sevinmese de hafifleyecek. Fedakar cefakar dişikişi kostümünü biz giydirdik üzerlerine deri gibi ve hiçbir anne hiçbir çağda hiçbir yerde birey olamadı bu yüzden - sizden sonra kimseyi sevemeyeceği romantizmine kapıldığınız –şapşalsınız kuzum- sevgilinizle, kendi hayal dünyanızda kaldırdığınız cenazeniz için üzülmüyorsunuz artık. Komik geliyor hatta; henüz tasarım aşamasında olan intiharınızdan sonra ardınızda bıraktığınız insanların sizin için gözyaşı dökeceğinden emin olmak ve şimdiden onların acısını derinden hissedip, onlar adına gözyaşı dökmek… Yok olma isteği, kendi başına bir tutkuya dönüşüyor. Siz de dahil, her şeyi önemsizleştiren bir tutku… Tek başına bir varoluş biçimi; yokluğa karışmanın gizemi… Ah. Neredeyse unutuyordum. Şiirsel bir tema için, Çağrılmayan Yakup ve/veya Umutsuzlar Parkı’nı mutlaka denemelisiniz… Veda bile gerekmiyor. Hem çağıran olmayacak ki, dönüp ardınıza bakasınız.

Mezarı bekliyoruz. Mezarı. Beklerken de sıkılmamak için seviyoruz, kızıyoruz, gülüyoruz... Hayat; antre. Ve buradaki bozuk saat, dünyanın tüm bozuk saatlerinin aksine en az iki kereliğine de olsa doğru zamanı göstermiyor. Dindireceği, iyi edeceği söylenen şifa zamana, şimdi nasıl güvenebilirim... Bu yüzden her ölüm için "zamansız" deniliyor ya da "erken"... Oysa değil. Elbette bunu kendi zamanını seçenler için söylüyorum. Onlar... Kendini oyalayamayanlar... Kendini onaylamayanlar... Rutini bozanlar. Ruhlarının her hücresinde sivil itaatsizliği örgütleyip, kalkışanlar. Oyunbozanlar, sırayı bozanlar... Gidenler...


Bu yazının hiçbir değeri yok. Hiçbir edebi niteliği… Bir manifestoya başladım. İntihar Manifestosu. Nihilizmden başka bir ikna yöntemi arıyorum. “Gerçek”in kılıcından çok kopmak istemiyorum, sadece çocukluğun ve rüyaların o deli bilincine de sığınmak istemiyorum, İyi bir gözlemci ve gerçekçi olduğum söylenemez. Geleceği tahayyül edemiyorum. Yalnızca şiirler ve şiirsellik, ucuz depresyon edebiyatı gibi geliyor artık… Bilmiyorum. Hayatımın en zorlu yazma yolculuğuna çıktığımı hissediyorum. Tehlikeli bir serüven ama illa ki kurtuluşu müjdeleyen bir macera… Yok olmak ise mevzubahis diyorum, yeni bir dil istiyorum. Bir üslup… Tüy kadar uçucu… Kurşun gibi berrak…

edit: tamamen aklımdan çıkmış, bağışlıyın rica ederim. Müzik diil mi, olmazsa olmazımız. bizi coşkun ve deli ve delici sancılara gark eyleyen... sesler... sonsuz ve derin sesler... boşlukta öylece asılı duran ve yankılan ve hep duracak, kainatın hafızasından hiç silinmeyecek olan, delik deşik ruhların titreyişi; müzik...

benim için budur, develer tellal değil iken hatta;

http://www.youtube.com/watch?v=R_raXzIRgsA