11 Mart 2012 Pazar

insan, odasının şeklini alan bir kayboluş biçimidir

Ben mi yürüdüm, saçlarım mıydı uzayan
Böyle yol gibi, yol mu dedim. Yok. Soluktum sanki.
Ben böyle bir uzama halinde
Uzama da denmez gerçi
Akıp giden şeyler gibi, bir nehir, bir zaman gibi…
Kıvrıla kıvrıla bir yılan, bir patika
Başı sonu olmayan bir şeydim, birşey.
“şey”lerin dünyasında kendine bir yer bulamamış, bir şey.
Uzayan, akan, içine kıvrılan. 
Saklanıyordum. Ben böyle.

SİZ BENİ ARASANIZ, NE ÇIKAR.
NE ÇIKAR SİZ BENİ BULAMASANIZ DA.

Ben bir gün… Bir gün mü dedim. Her gün, demeliyim.
Bir sabah. Değil. Her sabah.
Ben bir gün ve o günden sonra dünyanın bütün günlerinde
Bir sabah ve o sabahtan sonra dünyanın bütün sabahlarında.

Bir belki’ye uyanmıştım.
Uyanmıştım, işte şu menekşenin tersine açması gibi,
Menekşenin tersine açması diyorum ki;
herşey toz bulutu halindeyken hatta, doğmayı reddetmek gibidir.
Öyle ya, menekşeler hep bu dünyanın dışına açmalıdırlar.
Ben bunu böyle öğrendim.

Yaşım onüçtü. Çocuk desen değil, genç desen değil.
Menekşeler diziliydi balkonda ve mor
Parmaklarımda kadife…
Bir kadın vardı, bir kadın. Hani derler ya devlet gibi kadın.
Ben daha o gün, o yaşımda
Devletlerin önce menekşeleri sonra zakkum çiçeklerini
Ve aşk merdivenlerini sevdiğini bilirdim.
Devlet, çiçeklerle konuşan uzun, şefkatli bir kadındı.
Mor balkonlar diziliydi, menekşeler boyu.
En çok beni severlerdi
Morlar, balkonlar, kadifeler ve menekşeler…

Bir gün… Bir sabah mı demeliyim,
geceyarısı oniki’den sonra mı?
Onsekiz olmuştum.
Mezarlıklar diziliydi menekşeler boyu.
Ya da menekşeler, mezarlıklar boyu.
Gördüğüm hangisiydi, ben emin değilim.
Kadife, bu dünyanın dışına akan
Bir renkti belki, belki bir dokunma hissi…
Ellerim bana kalmadaydı, parmaklarım da…
Ve devlet,
Menekşeleri solduran, ölü toprağıydı.

Diyordum ki bir belki’ye uyanmıştım bir sabah
Sonra dünyanın bütün sabahlarında,
bir yudum suyu derya sanan balık misali,
bir tek bakışın koca bir aşk ettiğini sanmıştım.
Uyanmıştım.

Uyanmak ki,
Şöyle, perdelerini güneşe açmak değil,
denize karşı bir kahvaltı heyecanı,
Yeni bir gün, yeni bir umut
Yeni, yeni, yeni…
Yeni ve tazelikle ilgili hiçbir çağrışım değil.

Uyanmak ki,
Sert bir kahve, zifir…
Ve sigara, katran.
Eskiyen, aşınan, sancıyan…
Eskiten, aşındıran, sancıtan…
Dünyanın son gününe bir adım daha vardıran
Tarihçilere ve anı koleksiyoncularına
Para kazandıran, emperyalist bir oyundur.
Olamaz mı.
Buna dünyanın son gününde,
Yalnızca tarihçiler ve anı koleksiyoncuları kaldığında geriye
Hep beraber güleceğiz.
neden olmasın…
Gülmek, o zaman da alıştığımız biçimde bir gülmek midir?
Ben bunu bilmiyorum.

Bir belki’ye durmuştum, bir gece.
O geceden sonra, dünyanın bütün gecelerinde.
İhtimaller denizinde yıkıyordum kalbimi
Ve bu beni iyi ediyordu.

Belki’ydi, avuç içlerin vardı
avuç içlerin var mıydı bilmiyorum, ellerini görmüştüm bir keresinde.
ihtimal bu ya, avuç içlerin de vardı
Yüzümü sürüyordum. Olmayacak tüm dualar
Amin oluyordu böylece. Kutsal olmalıydı ellerin senin.
“Belki beni seviyor”dun sonra. İhtimal dahilindeydi bu da.
Ne zaman gelse aklıma,
beni seviyor muşsun sen mesela, uyanmak
Yeni, taze ve gülümseten bir şey oluyordu.
Sanki sabahlar seni doğuracakmış gibi…
Seni sonsuz kılıyordu zaman, ben belki’lerle eskidikçe…

Kırmızı bir şeyler vardı sonra,
uykusuzluğum arasında kıvranan.
Kırmızı bir arzu…
geceye karşı tüm önyargımı ortadan kaldırıyordu.
Beni, geceyle uzlaştırıp, heyecanlandırıyordu.
çarşafların ve beyazın doğurganlığında…
Diyelim, yan yanaydık seninle,
Karışıyorduk, terliyorduk ama hep göz göze şeklinde.
Kırmızı bir istek, beyaz çarşafların kıvrımlarında…
bayrak bir anlam bulacaktı sonunda.
-ölmenin başı sonu yoktur…
Sanki dünyayı kurtarabilirdik, birbirimizi sevdikçe.

Diyelim ki, menekşe hissiydi, parmakuçlarımızda kadife.
Bakınız bu çok önemli hadise.
Bana sorarsanız şu dünyanın biricik kuralı;
Küstürmemek olmalı,
Bir menekşeyi ve bir menekşenin “bütün inceliğini”

Gecelerce durdum ben sonra
Odalar dolusu durdum.
Asfalt gibi durdum
Deniz gibi…
Dağ gibi.
Dağ mı dedim.
Dağın, görkemini, heybetini, aşılmazlığını ve gücünü alın.
Bir, çaresizlik kalıyor geriye.
Dağın çaresizliğidir ki, ölümün eskizi gibi…

NE ÇIKAR SİZ BENİ GÖMSENİZ DE,
DOĞURSANIZ DA,  NE ÇIKAR...

Benim bunu artık doğrudan söylemem gerekir mi?
demeye çalıştığım bir menekşe olduğum, kökü ölü toprağında
çiçeği mi demeliyim. ölü toprağında
öyle ya menekşeler hep tersine açar sizin dünyanızda.
tersine açmak ki, durmanın bi çeşidi bana sorarsanız.
bu dediğimi düşünürken,
saçları,
nehirleri,
geçip giden ve hiç geçmiyormuş gibi duran zamanı
ama bulutun yağmura durmasını da düşünün.

Ve ben bir menekşenin zarafetini yalnızca
Şu gördüğün boynumun kırılganlığında taşıyorum.

Bir belki’ye durmuş menekşe, bütün gecelerce.
Odalar dolusu belki
Ve odalar dolusu durmak halinde.
Ben böyle ölümü taklit ediyordum.

NE ÇIKAR SEN BENİ ARASAN DA…
BULAMASAN, NE ÇIKAR.

***
edit; cansever'e saygıyla!