15 Ağustos 2015 Cumartesi

bizim büyük cibilliyetsizliğimiz

hayat çok boktan lan. öyle böyle değil acayip boktan. fakat feci boktan. sağlam boktan. iyi boktan iyi iyi...  şu deney fareleri var ya hani "hemstııaağ" böyle bi çemberin içinde koşturuyolar  ciğerleri patlayasıya... bildin mi? hah işte tıpkı ben. ciğer diil de kalbim patlıycak benim, o ayrı... bi de sevimlilik konusunda mümkün diil yarışamam onlarla. suratsız karının tekiyim nihayet. öyle de farkındalığım yüksek.

koşuyorum yani. hayvan gibi koşuyorum. nereye niye gittiğim belirsiz ki gittiğim bi yer yok. kendimi hemstırla benzetmem boşuna diil. koşuyosun koşuyosun koşuyosun bi skime de vardığın yok. hayat bu. tam da bu. hiç öyle aforizma kasmaya, afili cümleler kurmaya lüzum yok. ama doğanın öğrettiği birşey var; "koşmayacaksın! koşarsan av olursun!" tamam bunu söylemiyor, bunu ben uydurdum ama aşağı yukarı öyle. belgesellerden anladığım bu. 'tanrının hayvan dilindeki sözleri'ne kafa yoruyorum bi zamandır. böyle bişiy yok tabii ki ama olabilir. neden olmasın? kutsal kitapları tanrının insan dilindeki sözleri olarak düşünürsek, hayvan dilinde de sözleri olmalı. kuş dilinde, kurt dilinde, mamut dilinde... olmalı! buraya nasıl geldim? süleyman'a kafa yoruyordum bi süredir. muhteşem olmayan süleyman'a. hazreti olana. bütün hayvanların dilinden anlayan hani. off bunun da evveliyatına girmem gerek. nefret ediyorum  meseleyi"önce her şey toz bulutu halindeydi"den almaktan. hadise özetle şu; geçen yaz bizim bahçeye gökten üç yavru kedi düştü. vallahi. bahçenin etrafını saran sarmaşıklarla kaplı yüksek bi duvar var. kedinin teki orada doğurmuş, yavrularını emziriyormuş. bu yavrular yaz boyu pıtır pıtır düştüler oradan. ben de her düşeni merdivenle, ağaca tırmanarak yerine koydum. emzirme dönemi bittikten sonra anneleri bıraktı bunları ve üç kardeş bahçede yaşıyorlar şimdi. içlerinden en çirkin olanı pek cesurdu. benim köpeğe filan yanaşmaya başladı önce. sonra bana yanaştı. derken miuv miuv grrrkkk konuşmaya başladı. onun hakkında konuştuğumuzda gelip bi numaralar filan yapıyor. bişiler söylüyo.  aa bu hayvan insanlarla konuşabiliyo diyip adını süleyman koydum. neyse ondan sonra hazreti versiyonu hakkında derin düşüncelere gark oldum. hayvanların ve tövbeler olsun üç harflilerin dilini filan bildiğiyle ilgili meseller var. neden sonra adem ve havva'nın konuştuğu dili düşünmeye başladım. ki dil icat olunmamıştı henüz. o zaman bu hayvancıklara kedi köpek aslan kaplan ismini kim verdi? insana ilk kim insan dedi? sonra inançlı bi bünye olaraktan tüm varlıkların arada dil, peygamber kitap olmaksızın tanrıyla bir bağının olduğuna karar verdim ki bu noktada ilk islamik robinson Hayy Bin Yakzan beni doğruladı. neyse en sonunda kendimi "tanrının hayvan dilindeki sözleri"ni yazarken buldum. maymunun teki "sevgili memeliler... omurgasızlar ve sevgili soğuk kanlılar" diyerek yalvaçlık yapıyor ve kadim ahiti anlatıyordu bizlere. orada da on emir misali "koşmayacaksın" emri vardı işte. "koşarsan av olursun" ikinci emir "göz teması kur. sakın arkanı dönme, çullanırlar"dı...

av oldum mu, bilmiyorum? fakat bi yanma bi uyuşukluk var... çullanmış olabilirler.

ben bu dünyanın, insanlığın ta amına koyayim. kişisel hiçbi meselem yok. valla. artık şemsiye girmiş, açılmış, içerde çevrilmiş hiç umurumda değil. "şemşiye de şemsiyeymiş ha" diyip geçiyorum. ve fekat dememem gerek. sorun o. hayır yani bi bunalıma girsem, rahatlıcam. ne olur yani iki bunalıma girsem, üç içip dört ağlasam beş isyan etsem...  argadaşlarla mutsuzluktan gebermece selfileri çeksem...  dokuzzz. o da yok.

böyle bi sarılıyorum anneciğime... onun kalbinin atışları var. karanlıkta yolunu kaybetmişken güvende hissedebileceğini bildiğin bi evin kapısını çalmak gibi... annemin kalbinin atışları. tık tık tık... her şey dışarıda kalıyor ondan sonra. her şey önemini yoğunluğunu yitiriyor. bu yaşa gelmiş bi kadın olarak anneye düşkün olmak da ayrı can sıkıyor tabii. hep ana kuzusu olduğumuzdan bunlar böyle abidinim. hep ana kuzusu olduğumuzdan bunlar başımıza geliyor. hep!

ben hep insanları ikiye ayırdım. iyi insanlar, kötü insanlar, vicdanlı insanlar vicdansız insanlar, allah korkusu olanlar- olmayanlar, annelerini sevenler - sevmeyenler diye... ve galiba en çok son iki kategoriden korktum. allah korkusu olmayanlardan ve annelerini sevmeyenlerden. ve burada bi kibir olduğunun farkındayım. kendini iyi, vicdanlı, allahtan korkan, annesini seven bi insan olarak tanımlamanın kibri... vicdanlı, allah korkusu olan ve annesini seven bi insan olmanın olmayana üstünlüğünü de nereden çıkarıyorsam?.. belki tersidir doğru olan? ve hatta kendimin öyle biri olduğunu nereden çıkarıyosam. beni bi de sevmeyenlerime sormak lazım. kaltağın teki diyen yok mudur hakkımda? vardır muhakkak. ben nasıl ki birileri için diyosam, birileri de benim için diyodur. en az benim kadar da haklılardır muhakkak. özetle abidincim refleks haline gelmiş duygularımızın, inançlarımızın, yargılarımızın artık topunun birden adı ne boksa hepsinin yalan olduğuna inanıyorum. hepsi görece, hepsi öğretilmiş, öğrenilmiş... bizim büyük cibilliyetsizliğimiz.

son bir yıldır bir hayal edindim kendime. eskiden kırmızı halılı, ödüllü filandı hayallerim. hakikaten yazarlıkla ilgili ödüller ve anlatmak istediğim hikayeler dışında hiçbir hayal kurmamıştım öncesinde. at üstünde tuva ve buryatya'yı sonrasında da  moğolistan'ı geçmek istiyorum. selenga ırmağının kaynağında çimecem atıma su içiricem, orhuna inicem. "zamanı tanrı yaşar. insan hep ölmek için yaratılmış" diyen bilge kağanın yazıtını görücem. o da ne acayip adammış abidin. gülümsüyorum düşündükçe. yerleşik olmak, şehir kurmak istemiş de tonyukuk bize göre değil şeerleşme filan diyip durdurmuş ya onu. genç adam budist bile olmuş bi ara. canım yha. şamanizm ve köktengriciliğin izlerini sürmek gibi bi hayal işte. hiç bi skime yaramayacak bu deneyim, para da etmiycek biliyorum. ama deli gibi istiyorum. gerçekleştirebilmek için  kendimi de erkek kardeşi de hazırlıyorum. ok kursu bu yüzden. at binme bu yüzden. arbaletle avlanarak hayatta kalmak istiyoruz, beceremezsek kök yiyelim, aç kalalım ya da. doğada yaşam derslerine de başlıyoruz bu hafta. kızıyorum böyle kurslara katıldıkça. sanki o zaman insanlar kursa mı gidiyodu filan diye ama en azından doğal koşulları gereği bunları öğreniyorlardı, öğretecek birileri vardı diyerek ikna oluyorum sonra. şu an bütün bu boktan dünyaya ses etmeden katlanıyorsam işte sebebi bu hayaldir. önceden bu kadar somut hissedebileceğim bişiyim yoktu. evet cannesdan şurdan burdan ödül alıyım istiyordum, roman yazıyım şahane olsun , ne biliyim kredi borcum vardı hala var filan ama motive etmiyordu hiçbir şey beni devam etmeye, yaşama. şimdi bu hayal motive ediyor . devam et sevgi diyor yakında bi arbaletin ve bi atın olucak. az kaldı, devam et.

bu arada arbalet bizde yasakmış daha doğrusu ruhsat filan gerekiyo. moğolda serbest, sibirya ellerinde durum ne öğrenemedim henüz.

bu kafaya enkarnasyon haritamı çıkaran bi kadın yüzünden geldim. önceki yaşamlarımın haritasını çıkardı bana. gidicem ve dejavu olucam mı görücem. bişiyler tanıdık gelicek mi? eğer öyle olursa bu hayat başka türlü yorumlanmayı hak ediyor demektir. fakat o güne kadar boktan. hala boktan fakat çok boktan:)

öze dönüş, doğaya dönüş serüveni filan da diil amacım. özümün ne olduğuyla ilgili bi fikrim yok ki. ben sadece ne olduğumu görmek istiyorum. medeniyet gittiğinde, üstümde mavi gök altımda yağız yer olduğunda ne kalacak benden geriye? toplum, din, yasalar, ahlak yokken neyim ben? beni tanımlıycak hiçbir şey yokken kimim ben? bildiğim yaşamı geride bıraktığımda neye dönüşücem? dişlerimi kamaştıran, delicesine cezbeden sorular bunlar. galiba sorun ne olduğumla ilgili. ya da her insan gibi kendimi özel hissetme ihtiyacımla ilgili... bilemiyorum. diskavıri belgesellerindeki arkadaşlara dönme ihtimali de çok yüksek. annem caydırıcı olsun diye gözüme sokuyo o belgeselleri. serinin adını unuttum ama son izlediğim bölümde adamın tekini boz ayı yemeye kalkışmıştı. canlı canlı yemiş de adamı. bacağından, suratından ısırmış, kafatasını kırmış, gözlerini yuvalarından çıkarmış filan. adam hastaneye taşındığında beyin sıvısı burnundan akıyormuş. şimdi yaşıyor. kör ve suratında korkunç yamalarla. böyle ihtimaller de var. bu belgeseli izlemeden yıllar önce geyiğini çevirdiğim bi sloganım vardı benim. hatta blogda da çok defa yazmışımdır; "allahım beni kurda kuşa yem et. insana yem etme. ayı yesin kurt yesin beni ve fekat  insana yem etme"diye... belgeseli izlediğimde adama pek bakmak istemedim ama korkmadım da. tabii allah korusun böyle bişiyle yüzleşmek istemem.

bu hayatı sevmiyorum. artık yeni şeyler söylenemeyeceğini, iyi müzikler yapılmayacağını, iyi romanlar yazılmayacağını düşünmeden edemiyorum. sokaklar öbek öbek çöplerle dolu. paçavra ve kemik yığınlarıyla. hayalleri kurumuş, didiklenmiş birer cesediz hepimiz. artıklardan otlayarak, kirlenip iyice pislenerek devam ediyoruz yolumuza. ben kim olduğumu değil -çünkü kim olduğum sorusunda bir kahramanlık ihtiyacı vardır- ne olduğumu merak ediyorum. insan dediğimiz mefhumun ne olduğunu... dünyayı ve kainatı...

öyle işte abidincim. şahane bi cuma gecesini dışarı çıkmak yerine evde tek başıma takılıp, işe yaramaz sorularla düşüncelere dalacak kadar boktan bu hayat. sağlam boktan yalnız.